Erdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze alan bir politika izledikleri bugün daha net görünüyor. Emareler, eğilimler daha belirgin. Elbette ki iç savaş iki karşıt güç arasında olur. Direniş yok, teslimiyet varsa iç savaş da olmaz.
Demokrasi blokunu bir bütün olarak kuvveden fiile çıkmak isteyen virtüel bir güç, demokrasi karşıtı olan iktidar blokunu, faşist cepheyi de toplumun yeniden aktüel temsilcisi olmakta kararlı bir güç olarak düşünelim. İktidar bloku toplumsal desteğini büyük ölçüde kaybetmiş, ama buna rağmen yeniden aktüel temsilci olmakta, seçimler dolayımıyla zorla rıza üretmekte katı bir kararlılık gösteriyor. Bu durumda çatışma kaçınılmazdır. Tabi bu kaçınılmazlık virtüel gücün fiilileşmekte kararlılık göstermesine bağlıdır.
Bugün geldiğimiz noktada, 16 Nisan 2017 referandumundaki gibi bir teslimiyetin tekrarlanmayacağı bir olasılık olarak görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun grupta yaptığı on dakikalık (‘’ya bana katılın, ya da şimdi önümden çekilin’’) restinden başlayarak, Canan Kaftancıoğlu’na verilen siyaset yasağının ardından İstanbul il binası önünde Erdoğan’a meydan okuması ve ertesi gün SADAT’ın kapısına dayanıp bunu yinelemesi, bu kez teslimiyete boyun eğmeyeceklerini gösteriyor. Kılıçdaroğlu, orada SADAT’ın kuruluş bildirgesinde var olan gayri-nizami harp, suikast, adam kaçırma, tedhiş (terör), sabotaj gibi faaliyetlerine ve bu örgütün kurucusunun 15 Temmuz’un ardından Erdoğan’ın baş danışmanı olduğuna dikkat çekti. Başka paramiliter güçlerin, mafyaların seçime doğru kaos, kargaşa çıkaracağı, siyasi cinayetlerin gündeme geleceğini söyledi. HDP, CHP ve İyi Parti’nin SADAT’la ilgili soru ve araştırma önergeleri verdikleri biliniyor. Ayrıca İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, bu yapının Konya ve Tokat’ta askeri eğitim kampları kurduğunu, kendisine buna dair fotoğraflar gösterildiğini söylemiş, ardından açılan soruşturma ise akamete uğramıştı. Sedat Peker ise akademisyenlere yönelik ‘’kan banyosu yaptıracağız, oluk oluk kan akacak’’ çıkışını SADAT’la birlikte yaptıkları planlamanın ajitasyonu olduğunu itiraf etmişti. (Ne tesadüftür ki, bir gün sonra 10 Ekim’de Gar Katliamı yapıldı) Ayrıca bu yapının, kendi bilgisi dışında kendi yardım tırları arasında Suriye’de El Nusra’ya silah dolu tırlar gönderdiğini söylemiş ve bu örgütün provokasyon yapacağına dikkat çekmişti.
Kılıçdaroğlu’nun bütün bunların üzerine bu açıklamayı yapması daha tehlikeli bir duruma ilişkin bir istihbaratın göstergesi. Yaklaşık 500 bin kişinin katıldığı Maltepe mitinginde yaptığı konuşmada ise gidişatı gördüğünü ve Saray rejimine karşı mücadele yürütmekte kararlı olduğunu vurguladı, tüm demokrasi bileşenlerini, halkı ortak mücadeleye çağırdı. Bu mücadelenin Kurtuluş savaşı ile benzer olduğunu vurguladı. Sık sık kurtuluş savaşında düzenli ordu kurulmadan önce ortaya çıkan silahlı direniş hareketi Kuvâ-yi Milliye’ye atıfta bulunuyor. Öte yandan, seçimlerin varlık-yokluk meselesi olduğuna ilişkin yargı da geniş kitleleri sarıyor. Bu kaygının aktif bir itiraza dönüşme potansiyeli politik bir önderliği gerektirmekle birlikte yine de bu iki unsur teslimiyet ihtimalini görece zayıflatan eğilimlerdir.
İktidarın yapısı
Meselenin anlaşılması için iktidarın karakteri ve bileşimine kısaca değinelim. İktidar bir karşı-devrimin öncü ve vurucu gücüdür. İdeolojik-politik hedefi burjuva cumhuriyeti tamamıyla ortadan kaldırmak ve İslam Devleti kurmaktır. Faşist bir iktidar olduğunu söyleyip faşizmin genel karakteristiklerini söylemenin ötesinde, özgül yapısını, eğilimlerini ortaya koymak gerekiyor. Öncelikle ideolojik hedefi olan bir iktidar kadrosundan söz ediyoruz. Bu kadro devlet aygıtlarına da hakim, ona esasen ideolojik karakterini vermiş bulunuyor. Erdoğan kliği, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından devleti ve tüm siyasi sahayı ve kurumları yeniden yapılandırmış, partisini de, kurucu kadrolarını tasfiye ederek kendi dünya görüşü temelinde yeni baştan ve daha sıkı şekillendirerek müttefiki MHP’nin ikizi faşist bir parti haline dönüştürmüştür. İktidardaki mevzilenişini sağlamlaştırıp orduyu, güvenlik güçlerini, istihbarat teşkilatlarını, yargı mekanizmasını ve diğer devlet kurumlarını, orta eğitim ve üniversite sistemlerini değiştirmiştir. Ancak bu kadro sadece Cumhurbaşkanlığı hükümetinden müteşekkil değil. TÜRGEV, TÜGVA gibi vakıfları ve tarikatları, SADAT ve onun ideolojik arka planı, İslam devletinin anayasasını hazırlayan ASSAM gibi yapıları da içeren geniş bir kadrodan söz ediyoruz. ‘’Eski Türkiye’’nin egemenleri, kontrgerilla artıkları, Susurluk gibi çeteleri, mafya örgütleri, uyuşturucu baronları; özellikle Kürdistan coğrafyasına yayılma stratejisi çerçevesinde Avrasyacılar da bu yapının içindedir. Sayesinde karlarına kar katan büyük sermaye güçleri de bu iktidar blokunun ya içinde (MÜSİAD ve 5’li çete) ya da (TÜSİAD) çeperindedir. TÜSİAD’ın şimdi iktidarın ekonomi-politikasını eleştirmesi, tüketim malları üreten kesimlerin temsilcisi olarak, kitlelerin satın alma gücünün oldukça azalmasından, dolayısıyla kar oranlarının düşmesinden duydukları kaygıdandır.
İdeolojisi siyasal İslam ve Türkçülüğe dayanan (İslamcı-Türkçü faşizm) iktidar bloku, toplumun düşünüş-davranış biçimlerini, toplum-birey ilişkilerini büyük ölçüde değiştirmiştir. Bu ilişkilerin değişmesinde, Diyanet merkezi bir rol oynarken, iç içe geçmiş parti-belediye-cemaatler (tarikatlar) ve yerel sermaye grupları da çevrede tamamlayıcı rol oynar. Böylece devletin en üstünden en ufak mahalle birimine kadar bir örgütlülük sağlanarak toplumun İslam hukuku, ahlak ve yaşam tarzına göre yeniden inşası sağlanıyor. Ancak buradaki ‘’ahlak’’, Darü’l harb ahlakıdır. Şeriatla yönetilmediği için memleketi ve laik rejimini kâfir memleketi ve rejimi olarak gören, dolayısıyla ülkeyi talan etmeyi, hırsızlığı, yolsuzluğu, rüşveti ve gaspı mübah sayan bir ‘’ahlak’’tır bu, yani ahlaksızlıktır.
Cumhur Partisi/ittifakı, bu hedefe ulaşmak için sadece anayasa, yasa, kural tanımazlıkla yetinen bir yapı değildir; aynı zamanda halka ve ülkeye karşı bir suç örgütüne dönüşmüştür. Emekçi sınıfların bugüne kadarki kamu kuruluşu adı altında toplanan bütün birikimlerini soyup bitiren, bir avuç sermaye grubuna aktaran, bu aktarımdan komisyon alan, uluslararası tekellerle işbirliği içinde ülkenin doğasını eko-kırıma uğratan; ormanlarını yakarak, zeytin ağaçlarını keserek ranta dönüştüren bir soygun ve gasp şebekesidir. Uyuşturucu trafiğini yöneterek buradan rant devşirmekte; zorbalıkla, metro ile ulaşılan tek havalimanı olan buna karşın işlevsiz bırakılan Atatürk havalimanını, yine doğa ve insanlık düşmanı Kanal İstanbul projesi çerçevesinde çevre arazileri, limanları, işletmeleri Arap sermayesine peşkeş çekmektedirler. Tarımsal üretimi yok ederek böylece gıda ürünlerini ithal etmek yoluyla kendi çevresini zenginleştirirken Türkiye’yi de bir gıda krizine, kıtlığa sürüklemekte ve nihayet ülkeyi uluslararası sermayenin bir sömürgesi haline getirmektedirler.
Vatan hainliği ve halk düşmanlığını siyaset haline getiren böyle bir iktidarın seçimle gitmeye razı olması demek, kendi boynuna ipi geçirmesi demektir.
İşte bu yüzden muhalefetin, özellikle sol hareketlerin, partilerin, sosyalistlerin bütün güçlerini seferber ederek halkın kurtuluş mücadelesini örgütlemekten başka yolları yoktur. Bu faşist blok, bütün hilelere, katakullilere rağmen seçimleri kaybetse bile iktidarı elde tutmak için direnecek, muhalefet hükümet kursa da, devlet iktidarına hakim olmasını engellemek için her türlü taktiği ve saldırıyı deneyecektir. Onların da başka yolları yoktur. Bu yüzden Erdoğan, elindeki hançeriyle karşısına çıkana cinnet halinde saldıran, küfreden bir Amok koşucusu* gibidir. Bu nedenle, böyle bir sürece eğer seçimlere endeksli siyasetle girilirse, yılgınlık ve teslimiyet kaçınılmaz olur. Ne Amok koşucusu elindeki hançeri ikna ile bırakır ne de faşist bir diktatörlük seçimle yenilmez.
Sermaye gücü ve iç savaş örgütleri
Büyük bir sermaye gücünü kontrol ediyorlar. Bu sermaye gücü sadece beşli-çeteden teşekkül etmiyor, Tosyalı Holding gibi, Erdoğan'ın kasası işlevi gören daha büyükleri de var. Erdoğan ailesinin, parti elitinin gizli kasaları, fonları var. İçinde Abdi İpekçi cinayetinde Mehmet Ali Ağca’nın suç ortağı, daha sonra yurtdışında uyuşturucu organizasyon şefi olan Hasan Yeşildağ'ın Recep Tayyip Erdoğan'ın emanetçisi olarak yer aldığı Yapı Yapı Grubu var. 10 milyar dolar değerindeki Atatürk Havalimanı pistini kırma işini bu grup üstlenmiş. Bir çok şirket, illegal ya da dolaylı bir şekilde Erdoğan’ın kontrolü altındadır. Genç Parti lideri Cem Uzan, yapılan ihalelerden Sarayın yüzde-25 komisyon aldığını ve bunun toplamının 200 milyar dolar olduğunu söylüyor. 128 milyarın nasıl uçtuğunu da ilk kez açıklayan Uzan, toplamda 400 milyar dolarlık bir soygun gerçekleştiğini ve bu paranın Katar’da olduğunu iddia ediyor. Aslında Erdoğan’ın izlediği ‘ekonomi-politika’ ekonomistlerin dile getirdiği gibi, ‘gerçeklikten kopuk’ değil, bilinçli sınıfsal tercih.. Bilerek halkı yoksullaştırıyor. Bunun bir nedeni krizi olası muhalefet hükümetinin kucağına atmak, boş kasa ile acil ihtiyaçları karşılayamaz hale getirip Erdoğan'ı yargılama fırsatı bulamaz hale getirme ve akabinde kaos içinde iktidara tekrar gelme planı olabilir. Muhalefetin soruşturma açması için 360 vekile ihtiyacı var. AYM üyelerinin çoğunluğunu Erdoğan’nın atadığı bir olgu. Bu koşullarda bütün kaynakları hortumlayarak beslediği sermaye de, TÜSİAD’ın 1979’da Ecevit hükümetine yaptığı gibi, muhalefet hükümetini acze düşürmek için elinden geleni yapacaktır. AKP’nin böyle bir simülasyon yaptığı da söyleniyor.
Erdoğan’ın ‘’Özel Ordusu’’. Melih Tanrıverdi başkanı olduğu SADAT’ı, sonradan sildiği bir tweette böyle tanımlıyor. Bu ‘’Ordu’’nun eğittiği paramiliter yapılar var. Peker’in sözünü ettiği parti yetkililerine verilen otomatik silahlar, AKP ve MHP teşkilatlarından toplanan 30 bin kişilik bekçi ordusu, içişleri bakanlığına bağlanan jandarma ve sahil koruma; özellikle Kürt illerinde Özel Harekat Ocakları Derneği var. Beş çocuk annesi Sakine Külter, Özel Harekat Ocakları Derneği Şırnak İl Başkanı İbrahim Barkın tarafından işkenceyle öldürüldü. Kurucu başkanı bir TV kanalında ‘’Cumhurbaşkanımıza yardımcı olmalıyız. Eli kalem tutan gençler yetiştiriyoruz. Devletimizi zarara uğratacak birileri olduğu zaman bu eller başka bir şey de tutabilir’’ diyebiliyor. (1) En son ortaya cumhurbaşkanlığı rumuzlu Devlet Fedaileri Örgütü çıktı. Sitelerde silahlanmış AKP’liler olduğu biliniyor. ‘’Bizim aile 50 kişiyi götürür. Bu konuda çok donanımlıyız maddi ve manevi olarak, liderimizin yanındayız. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim sitede hâlâ 3-5 var, benim listem hazır." diyen Sevda Noyan adlı bir AKP’li gibi zaman zaman benzer tehditler savuran yerel yöneticiler, Osmanlı Ocakları gibi dernekler var. Danıştay saldırısı, Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetlerine katılan, Zirve katliamını gerçekleştiren BBP’nin Alperen’lerini de ilave edelim. Alperenler, TSK ve kolluk kuvvetlerinde eğitmenlik yapıyor. Biri de BBP MYK üyesi. (2) Yine SADAT ve TUGVA referanslarıyla orduya İslamcı militanların yerleştirildiği biliniyor. Bütün bu örgütler 15 Temmuz’da iç savaş pratiği yaşadılar. SADAT kurucusu A. Tanrıverdi, 15 Temmuz’da sokağa kendilerinin eğittiği grupları çıkardıklarını Ümit Özdağ’a açıkladı.(3) Yine kuruculardan, psikolojik harp dersi veren Nevzat Tarhan, ‘bin-iki bin kadar milisi sokağa çıkardıklarını’ ifade etmişti. Bu, SADAT’ın, mevzileri korumak ve ASSAM’ın anayasasını hazırladığı İslam devletini kurmak için mafya örgütleriyle de işbirliği içinde bu örgütleri eğitmeye devam ettiğini gösteriyor. Bunlara Afganistan’dan gelen sivil giysili askerleri, Suriyeli sığınmacı maskesi altındaki ÖSO militanlarını ve diğer cihadist örgütleri de, ASSAM’ın kurgusu içinde İslam orduları olarak düşünmek gerekir. Özcesi, Erdoğan, İran Devrim Muhafızlarının bir kopyasını Türkiye’de hayata geçirmiş bulunuyor.
Dıştan görünüş
Bütün bunlar, 27 bin çalışanı olan Japon bankası Namura’nın raporunu akla getiriyor.. Rapor Erdoğan’ın 5 aşamalı bir stratejisi olduğunu yatırımcılara duyurdu.. ‘Seçimi satın almak için faizleri düşürüp esnafa, yatırımcıya çok düşük faizle kredi verecekler, maaşları artıracak ve böylece kısa sürelik piyasayı rahatlatacaklar. Eğer piyasaya para pompalama sonuç vermezse, ‘dış politika vakası’, yani kürtlere karşı savaşın yoğunluğu artacak ve OHAL ilan edip seçimleri bir yıl erteleyecekler.’ (4) Erdoğan’ın kurmaylarından İzzet Özgeç adlı Prof. da anayasanın 119. Maddesindeki ‘’ağır ekonomik koşullar’’ ibaresine atıfta bulunarak ‘OHAL’e hazırlıklı olmalıyız’ açıklaması yaptı.
Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü’nün görüşü ise daha çarpıcı. Burada çalışan Türk uzman Soner Çağatay, ABD’nin önde gelen dış politika dergilerinden, ABD yönetici sınıfının izlediği Foreign Affairs’e yazdığı makalede, Türkiye’de iktidar değişiminin sorunsuz yaşanması için muhalefetin AKP lideri Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’a, kendisi ve ailesinin görev yaptığı sırada işlediği tüm suçlardan affedilmesini içeren bir anlaşma önermesinin “mevcut en iyi seçenek” olduğunu savundu. The New Sultan kitabının yazarı, Türkiye’ye gelip giden, AKP çevresiyle ilişkileri olan Çağatay şu saptamayı yaptı:
‘’Görünüşe göre Erdoğan, adil bir oylamayı baltalamak, sonucu göz ardı etmek ve hatta 6 Ocak benzeri bir ayaklanmayı körüklemek de dahil olmak üzere görevde kalmak için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışacak.’’(5) 6 Ocak Trumpçı faşist güçlerin ayaklanması, Kongre binasını basması olayı. Nitekim bir gün sonra 4 ocakta Erdoğan muhalefeti tehdit eden açıklamasını yaptı: ‘’Bunların ahlaksızlığına, edep dışı ağızlarına biz bu ülkeyi terk etmeyeceğiz. Her fırsatta utanmadan, sıkılmadan sokaklara döküleceklermiş, meydanlara döküleceklermiş. Ya siz 15 Temmuz’u görmediniz mi? Nereye dökülürseniz dökülün. 15 Temmuz’da o sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse siz de dökülün siz de aynı dersi öyle alırsınız. Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katarız ve gideceğiniz yere kadar kovalarız.” şeklinde açıkça iç savaş tehdidi içeren ifadeler kullanmıştı. Daha önce de "Ülkenin yönetimine talip olduklarını söylemekten vazgeçmelerinin kendileri için daha iyi olacağını da hatırlatmak istiyoruz" dediğini hatırlatalım. (07 Ekim 2021)
Seçim Yasası ve HDP
Cumhur ittifakının 72 yıllık seçim sistemini değiştiren seçim yasası hile ve tuzaklarla dolu.. Bu yasa ile seçimin kendisi de antidemokratik, halk iradesini hiçe sayan, her türlü hilenin mümkün hale geleceği bir sürece sokuluyor. Adeta kılı kırk yararak azınlığın egemen olmasını sağlayacak şekilde örüldüğü anlaşılıyor.
Muhalefetin parlamento çoğunluğuna ulaşmasını engellemek için milletvekili seçimlerine ilişkin ittifakları anlamsız hale getiriyor. Küçük partilerin barajı geçen partilerden aday göstermesini engelliyor. Öte yandan, 70 yıllık uygulamayı, il ve ilçe seçim kurullarının başkanlarının en kıdemli hakimlerden oluşmasını ortadan kaldırarak, Adalet Bakanlığı ve Hakimler ve Savcılar kurulunun denetiminde, birinci derece hakimler arasından kura usulüyle seçilmesini getiriyor. Hakimler isterlerse kuraya katılmayabilirler. Yani bizden olmayan bir hakim kuraya katılırsa onu tehditle bundan vazgeçiririz. Böylece oy sayımının güvenliğini ortadan kaldırarak muhalefetin itirazlarını geçersiz kılmayı hesaplıyor. Çünkü 15 temmuz darbesinden sonra AKP, ağırlıkla kendi örgütlerinde yönetici olan avukatlardan olmak üzere 24 bin yargıç atadı ve bunlar şimdi birinci derece hakim konumunda. Üstelik, yasanın bu bölümü Temmuz'da yürürlüğe girecek; yani il-ilçe seçim kurulları belirlenecek. Bu da erken seçimin de koşullara göre devrede olduğuna işaret. Öte yandan, Seçim yasasında eski yasada başbakanın da adı geçen seçim yasakları ile ilgili ifadede başbakan çıkartılmış ama yerine yürütmenin başı olarak cumhurbaşkanı konmamış. Böylece 13 uçağıyla, devletin bütün imkanlarını kullanarak Erdoğan’ın seçim faaliyeti yürütmesinin önü açılıyor. Yani muhalefet iktidar partisi ile değil devletle yarışacak.
Asıl tezgah HDP’ye yönelik olarak hazırlanmış. Bu yasa ile mecliste grubu bulunmasının bir partinin seçime katılması için yeterli koşul olmasını ortadan kaldırıyor. Bu maddenin HDP için ve partinin Anayasa Mahkemesince kapatılacağından emin olarak konulduğu aşikar. Kapatılmanın seçimlerden kısa bir süre önce olacağı da hesaplanmış. Çünkü bu süre içinde HDP kadrolarının ve vekillerinin yeni bir parti kurup 41 ilde örgütlenmesi ve kongresini yapması mümkün olmayacak.
Ancak bununla yetineceklerini sanmıyorum. HDP’nin kapatılmasının kürt illerinde gerilimi artıracağı, protestoların olabileceği aşikardır. Bu durumda doğu illerinde OHAL ilan edilmesi güçlü bir ihtimaldir. OHAL demek, asker ve jandarmanın, ya da güvenlik güçlerinin seçim sandıklarının tepesinde olması demek. Böylece doğu illerinde birinci parti olarak AKP’nin, vekillerin çoğunluğunu çıkarması hedeflenmektedir.
Doğuda OHAL koşulları içinde seçime gidilmesi sadece milletvekili seçimlerini etkilemeyecek. HDP’nin her iki seçimdeki kilit rolü biliniyor. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, eğer HDP seçmeni Mİ adayına oy verirse muhalefetin adayı seçimi kazanmış olacak. HDP’yi kapatıp OHAL ilan ederek bu koşullar içinde seçimlerin yapılması, cumhurbaşkanı seçimini 2. tura bırakabilir. HDP oylarını bölme, seçmenin sandığa gitmesini önleyici bazı tertipler de gündemde. Hesap, parlamentoda muhalefetin çoğunluk sağlamasını engelleyip 2. tura giderken de, ‘bakın muhalefetin adayını seçerseniz, meclisi çalıştırmayız’ propagandasını yapmak.
Gezi Davası, Kaftancıoğlu ve belediyeler
Gezi Davası, daha önce iki kez beraat eden ama Fetö gibi yeni bir delil ‘’üretmeye’’ de gerek duymadan, dolayısıyla yasa dışı olarak tekrar sanık sandalyesine oturtulan arkadaşlarımıza ağır cezalarla sonuçlandı. Heyetteki hakimlerden biri AKP’den milletvekili adayı olmuş kişi.. Bunu Erdoğan’ın, cüppe giyerek mahkeme heyetine girmesi olarak okuyabiliriz. Bu mahkumiyetler sadece hukuk ve yasa tanımazlığın bir göstergesi değil, esas olarak düşman taraftan (Gezicilerden) tutsak almaktır.
CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun mahkum edilmesi, dolayısıyla siyasi yasaklı olması, yerel seçimlerdeki, seçim güvenliğini sağlamaktaki başarının genel seçimlerde zaafa uğratılması amacını taşıyor. İBB başkanı İmamoğlu’na da aynı mantıkla dava açılmış durumda. Öte yandan CHP’li belediyelere yönelik operasyonlar da gündemde.
Erdoğan ve Cumhur Partisi, bu davalarla bütün muhaliflere, halka gözdağı veriyor. Seçime giden sürecin nasıl olacağının, iktidarlarını nasıl ayakta tutup devam ettireceklerinin işaretini veriyor.. TÜGVA referansıyla atanan valiler konserleri, AKP’li belediyeler festivalleri yasaklıyorlar. Doğu illerinde eylem ve kültürel-sosyal etkinlikler yasak. Zaten ideolojik kapasiteleri elvermediği için ele geçiremedikleri kültürel-sosyal hegemonyayı yok etmeye böylece kutuplaşmayı kültürel alana yaymaya çalışıyorlar. Saray ailesinin Vakıflar kanalıyla ABD’ye servet transferi yapmasına ilişkin belgeler açıklayan Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarını yayınlayan tv kanallarına ceza veriliyor. Sansür yasa tasarısı olarak nitelenen dezenformasyon yasası ile tüm muhalefetin sesi kesilmek isteniyor. Bu yasa adeta Orwell’in 1984 romanındaki hakikatın yerine yalanı geçirmekle görevli ‘’Gerçek’’ Bakanlığını hatırlatıyor. Saray oligarşisinin belirlediği kriterlere uymayan gerçekleri söyleyen tutuklanacak!
Bugüne kadar ana muhalefetin bir anayasal hak olan sokağa çıkmaktan sakınması, bunun ötesinde bunu meşru görmeyen bir izlenim yaratması iktidarın bu politikasını kolaylaştırmıştı. Bundan sonrasını göreceğiz. Oysa ortada kurulu bir iç savaş mekanizması var.
’’Şok Doktrini’’ ve hayatta kalma kaygısı
2021 Aralıkta dolar önce 18 tl.ye çıkarıldı, sonra da 12’ye düşürüldü. Bundan 5’li çete ve Demirören gibi yandaş sermaye gurpları kar etti. Ardından asgari ücret artırılarak ‘’ekonomist’’ Erdoğan'ın yeni ekonomik modeliyle bir başarı öyküsü yazıldı. Aslında bir soygun tezgahı olan bu ‘’öykü’’nün halka sunulması, anketlerde AKP’nin oyunun 2 puan artmasını sağladı. Derin bir yoksulluk ve açlığın pençesindeki halk kesimleri bir damlaya bile ‘’şükür’’diyebilecek hale gelmişti çünkü. Bir konut krizi, kiralarda büyük bir artış var. Bilinçli bir nüfus politikası yürürlükte, Suriyelilerin yanısıra, İran sınırından Afganlı ve Pakistanlıların girişi var.* Bütün bunlar sosyal çatışmaları körüklediği gibi esas olarak emeğin ücretini daha da aşağı, açlık sınırına çekiyor.
Buna karşın Saray rejimi, yukarıda değindiğimiz gibi, emekçi halkı daha da yoksullaştırıcı bilinçli bir politika izliyorsa, bunu irrasyonalite ile değil, ‘’Şok doktrini’’ ile açıklayabiliriz. Naomi Klein’in Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi (6) adlı kitabında anlattığı doktrin ilhamını CIA’nin işkence tekniklerinden alır. 1950'lerden itibaren insanların üzerinde yaptığı bazı deneylerde beyne elektrik şoku verildiğinde ortaya çıkan büyük acının, insan beyninin yeniden biçimlendirilmesini sağlayacak şekilde direncini kırdığını keşfederler. CIA uzmanları işkenceyle boşaltılan zihinlerin üstüne yeniden yazılabilecek boş bir levhaya benzetir. Bu yöntem sosyal psikolojide de uygulanıyor. Medya kitle iletişim araçları üzerinden algı yönetimi ile kitleler yönlendiriliyor. Aynı yöntemi kullanan neo-liberalizmin ağababalarından Milton Friedman, geliştirdiği ekonomik modele ‘’şok doktrini’’ adını vermişti. Pinochet'in Şili’si ilk deneme alanıydı. Margaret Thatcher aynı şeyi Britanya’da denedi. Dolayısıyla, doktrinin tek cümle ile özeti, başına gelen beklenmedik bir felaket sonrasında şaşıran, ne yapacağını bilemeyen, şoka giren kitleler, daha önce kabul etmedikleri politikalara boyun eğmek zorunda bırakılmasıdır. Ya da, muktedirlerin kriz, korku, felaket, terör, savaş gibi, yine kendilerinin yarattığı olayları kullanarak, çaresizlik üzerinden zorla rıza üretmesidir.
Saray rejimi de aynı doktrine göre politika uyguluyor. 2015 seçimlerinden sonra 7 Haziran-1 Hasım arasındaki terör yönetimi bunun örneğidir. Bu kez kimlik siyaseti üzerinden devam edecektir.. Öte yandan, Erdoğan'ın 20 yıllık bir liderliği var. Bugüne kadar seçmenleriyle iletişiminde yalanları gerçek kabul edilen bir ideolojik evren yarattı. Kapitalizmin insanların ihtiyaçlarının ne olduğuna kendisi karar vermesi gibi, bütün sağcı liderler de sınıfsal öfkeyi manipülasyonla kültürel öfkeye dönüştürerek emekçi kitlelerin düşmanlarının kurulu düzen dışında kim ve ne olduğunu vaaz ederler. Trump’tan Bolsarino’ya, Orban’a kadar bütün neoliberal popülist liderler gibi, Erdoğan da bu ‘’kültürel öfkeyi’’ harekete geçirmenin ötesinde bir dava ile, siyasal İslam ideolojisi ile birleştirdi. Bu ideoloji, insanların ilkel, içgüdüsel duygularına, itaat ve biatı koşullayan sonradan üretilmiş dinsel dogmalara, ötekine düşmanlığa, erkek üstünlüğüne seslenir; kadının toplumsal rolünü biyolojik işleve indirger, patriyarkanın şiddetle sürdürülmesini teşvik eder. Böylece insanların bireyselleşmelerini, tercihlerini özgürce yapabilmelerini engelleyerek onları tek-tipleştirici, bireysel kimliklerin içinde eridiği bir sürü haline getirir. Bütün faşist diktatörlükler böyle bir sürü ideolojisi yaratmaya ihtiyaç duyarlar.
İnsanların zihinsel yapısını irrasyonel bir temelde örgütleyen bu evreni yıkmak uzun vadeli bir ideolojik mücadele konusudur. Kısa vadede, AKP’nin sürüleştirilmiş bu ‘’çekirdek’’ kitlesi dönüşemez. Anket araştırmalarının ortaya koyduğu gibi, bu kitle, seçmenin asgari yüzde-25’ini oluşturuyor. Buna MHP’nin yüzde-7lik kitle tabanını eklemek gerekir.
Gezici Araştırma’nın (2 Haziran 2022) anketinde %22 olarak bulunan kararsızlara gelince. Öncelikle kararsız demek, bir hamlede geri dönebilecek durumda olmak demek, ya da tersi. Bunların büyük çoğunluğu AKP ve MHP seçmeni. Sonucu belirleyecek olan da bunlar. Dolayısıyla bu seçmen kitlesine umut vermek önemli. Genel olarak, insanlar, mevcut durumun daha kötü olabileceği ile daha iyiye gidebileceği arasında bir tercihle karşı karşıyadır. Bu noktada riskin şiddetine göre tercih yaparlar. İnsanlar daha fazla tedirgin, kaygı ve korku içinde olduğunda var olana razı olabilirler. Bu yüzden muhalefetin güçlü bir alternatif olması gerekir. Macaristan’da son anda kararsızlar, Ukrayna savaşının etkisiyle mevcut otoriter lider Orban’a yöneldi, daha kötü bir duruma düşmemek için. Tabi bunda belirleyici etken muhalefetin NATO’cu bir çizgi izlemesiydi. Diğer taraftan muhalefetin ortak adayı eski bir Orbancı ve 50 bin nüfuslu bir kentin belediye başkanıydı. Yani sağın karşısına yine sağcı biri çıkartılmıştı.
Enflasyonun yüzde-200’lere doğru artışı kaygıyı artıracaktır. Halk kesimleri ya da seçmen ‘evet büyük bir kayıp yaşadım, yoksullaştım, fakat bu durumdan çıkmamı kim, hangi program-politika sağlayabilir?’ sorusunu soracaktır. Risk karşısında Güvence ihtiyacını ortaya koyacaktır. Yani son tahlilde risk ve güvence diyalektiği işleyecektir. Mevcut alternatiflere güven duymazsa o zaman bir belirsizlik durumu ortaya çıkacak. İşte bu belirsizlik durumunda mevcut iktidarı kerhen tercih edebilir. Şok doktrini işte bu durumda rol oynar. Pandemi zaten insanların hayatta kalma kaygısını belirleyici kılan bir ortam yarattı. Ekonomik buhranla birlikte, günümüzde popülerleşen Koreli düşünür Byung-Chul Han’ın dediği gibi, ‘’iyi bir hayat yaşama kaygısı, kaldı ki buna başkalarıyla yaşamayı başarmak da dahildir, gitgide hayatta kalma kaygısına doğru dönmektedir.’’(7)
Anketlerin ortaya koyduğu matematiğin muhalefet için hiç bir garantisi yok. Bu matematik, söylediğimiz gibi, seçim zamanı değişebilir. Ortada kitlelerin şahlanışına dayalı caydırıcı bir politika henüz yok. 1930’larda, işçi devriminin kıyısından dönmüş bir ülkede ekonomik kriz, karşı devrimi, dünyanın yaşadığı en büyük felaketlerden biri Nazizm’i yükseltti. Dehşetli bir ekonomik kriz bile, oturduğumuz yerden hiçbir iktidarı yıkmaz ve hatta onu besler. Bu nedenle ‘Ekonomik krizler iktidar değişikliğiyle sonuçlanır’ şeklinde doğrusal bir ilişkinin karşılığı yoktur.
Saray rejiminin seçimleri erteleme ihtimali daha güçlü görünüyor. Erdoğan Gezi Direnişine karşı saldırısını yeni bir boyuta taşıdı. Bir yandan Gezicilere ‘’‘Bu teröristler, eşkıyalar bira şişeleriyle caminin içini pislemişti. Bunlar böyle, bunlar çürük, bunlar sürtük’ diyerek yalanlarını tekrarlarken, ağır hakaretlerde bulundu. Oysa, Putin’in kapısında beklemek, dünyaya katil ilan ettikleri Suudi Prensle kucaklaşmak, aşağılayıcı tutumuna sessiz kalmak küresel sürtüklüğün örnekleri değil mi? ‘Gezi olmasaydı, bugün 1.5 trilyon milli gelirimiz olacaktı’ sözleriyle de ekonomik buhranı da Gezi direnişine bağladı. Amacı, kendi tabanını konsolide ederken kışkırtma ve kutuplaştırmayı artırarak OHAL koşulları oluşturmak.
Sınır ötesi operasyon, son MGK kararıyla, Pençe-kilit operasyonunu Rojova’ya topyekün bir saldırıya dönüştürme niyetini ortaya koydu. Rejim, Rojova’ya savaş açarak, muhalefeti, kendisini eleştiremeyeceği bir noktaya çekmeye, ya da bölmeye çalışıyor. Rusya’nın bölgedeki hakimiyetinin zayıfladığını düşünürken ABD’ye karşı da İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşı veto kartını kullanıyor. Savaşı yeniden tırmandırmak OHAL bahanesi olacak.
Bir başka olasılık, milliyetçi bir dalga yaratıp oy devşirmek için, Yunanistan’la tansiyonu daha da artırıp Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etmek olabilir. Kuzey Kıbrıs muhalefeti ilhak politikalarını tartışıyor, soru önergesi veriyor. KKTC Cumhurbaşkanını Erdoğan rejimi seçtirdi. TC Dışişleri bakanı, kendilerine yakın sivil toplum örgütleriyle ordu evinde görüşüyor. ‘Türkiye’de ne olduysa Kıbrıs’ta da o olacak’ düsturuyla. 200 çevik kuvvet polisi göndermeyi planlıyorlar.
6-İç Savaş Kararnamesi ve SADAT
5 Ocak 2021 günü Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Resmi Gazete’de yayımlanan “Türk Silahlı Kuvvetleri, Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı Taşınır Mal Yönetmeliği” adlı değişiklikle “milli güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda” TSK, Emniyet ve MİT, taşınır mallarını herhangi bir şarta bağlı olmadan birbirine devredebilecek ifadeleri kullanıldı. (8) ‘’Taşınır mallar’’ ifadesi kurumların envanterinde bulunan taşıt ve silahları içeriyor. TSK’nin envanterindeki silahlar, savaşa uygun nitelikte olan ağır silahlardır. Yönetmelik değişikliğinin gerekçesi de “terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketleri” olduğuna göre söz konusu devrin TSK’den EGM ve MİT’e doğru yapılacağı anlaşılmaktadır. “Terör ve şiddet hareketlerinin yanı sıra toplumsal olaylar” ifadesi açıkça kendi toplumuna karşı ağır savaş silahlarının kullanılmasının tahayyül edildiği anlamına gelmektedir.. TSK’nın elindeki tank, top gibi ağır silahları, EGM’ye devretmek, bu silahların kullanımına dair eğitimi olmayan EGM mensupları, polisler nasıl kullanacak? İşte burada SADAT akla geliyor. Bu örgütün polis teşkilatı içinde de örgütlenmesi var demektir.
Demek ki, iktidar en az bir yıldan bu yana iç savaş hazırlığı içindedir. Seçim gecesi start olma ihtimali var. 2017 referandumunda evet - hayır oylarındaki fark 550 bindi. YSK 2.5 milyon mühürsüz oyu yasaya aykırı bir şekilde geçerli sayarak rejim değişikliğinin yolunu açmıştı. 2019’da ise, sadece İstanbul Büyükşehir başkanlığı seçimlerini yine yasaya aykırı olarak iptal etti. Aynı şeyi önümüzdeki seçimler için sandıklar kapandıktan sonra yapmayacağının hiç bir garantisi yoktur. İki-üç saat sonra çıkar seçimleri Erdoğan’nın kazandığını ilan edebilir. Islak imzalar elinde olan muhalefet de biz kazandık der.. Bu noktada Başkanı Melih Tanrıverdi’nin, SADAT’ın yasal, meşru bir ‘’ticari’’ yapı olduğu yolundaki çabalarını yalanlayan SADAT Yönetim Kurulu Üyesi Ersan Ergür'ün, “Bu vatanı Türkiye düşmanları ile işbirliği yapanlara sandıkta teslim etmeyiz” dediğini hatırlatalım..
Ve Sosyalist Sol..
Ne yazık ki, bu tabloya, somut olgulara, eğilimlere rağmen, sosyalist hareket, esas olarak, grupçu, rekabetçi eski eğilimlerden arınıp vaziyete vakıf, gidişatın bilincinde bir siyaset yapma tarzı içinde olduğu izlenimi vermiyor. Oysa sosyalistlerin, tüm muhalefeti anti-faşist bir mevzilenmeye itmesi için silkinip daha dinamik olması gerekiyor. İtici bir güç olarak rol oynaması gerekiyor. Mesele sosyalist partilerin bir araya gelmesi, HDP ile seçim ittifakının ötesinde bir demokrasi ittifakı inşa etmelerini aşan bir meseledir. Bu olması gerekendir. Ancak bu bir direniş hareketini örgütlemeyi içermelidir. Bu noktada temel mesele işçi sınıfını birlikte örgütlemek olmalıdır. İtici güç rolünü ancak emek-cephesini inşa ederek oynayabilir.
Emekçilerin politik sürece katılabilecekleri, sendika bürokrasilerini de aşarak doğrudan müdahale edebilecekleri çalışma ve yaşam alanlarını birleştiren emek konseyleri kurmak acildir. Bu konseyler, savunma ve direniş işlevlerini de yüklenmelidir. Geniş anlamda işçi sınıfının, işsizlerin, diğer emek katmanlarının, kadınların, emek cephesinin bileşenleri olarak bileşik örgütlülüğünü inşa etmek elzemdir. Devrimci sosyalistlerin görevi, burjuva muhalefetin devrim korkusundan kaçındığı şeyi yapmak, emekçi kitleleri örgütleyip seferber etmek, faşizme karşı şahlandırmaktır.
Türkiye’de işsizlerle birlikte 26 milyon işçi var. Buna asgari ücretin yarısına çalıştırılan Suriyeli sığınmacıları eklediğimizde sayı 30 milyonu buluyor. Bu niceliğe ulaşmış nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan proletaryayı örgütlemeden sadece siyasal elitlerin yan yana gelmesiyle politik sürece etkin bir müdahale olamaz. Faşizme karşı işçi sınıfını genel greve-direnişe çağırmak hangi zeminde hangi araçlarla olabilir?
Önceki bir yazımda*** Türkiye’de devrim durumu var dedim. Böyle bir durumda öznel etkenin, proletaryanın devrimci yığınsal eyleminin devrimci-durum yaratabileceğini, bunun şart olduğunu ifade etmiştim. Elbette ki devrim her durumda mümkün değildir. Ancak İslamcı-türkçü iktidar, kurulu düzeni yerinden etmiş ama kendi rejimini inşa etmekte sona geldiği noktada halkın direncini aşamamaktadır. Bu yüzden iç savaşı göze alıyor. Eğer kaçınılmaz bir hesaplaşmanın bir biçimi olarak iç savaştan güçlü bir ihtimal olarak söz ediyorsak, ve bu savaşın bir tarafı olacaksak, bu taraf ancak devrimci bir alternatif olabilir. En büyük tehlike, en güçlü imkanı da içinde barındırır. Bu imkana göre kuşanmalı ve donanmalıyız. Bu imkana devrimci ruhunu vermeliyiz.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
1.https://www.youtube.com/watch?v=9PzdFQ4Hvpg2.https://www.youtube.com/watch?2.v=pvF48RHDIgo&t=1s
4.https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/japon-bankasi-erdoganin-5-adimli-planini-acikladi-1892407
5.(https://www.foreignaffairs.com/articles/middle-east/2022-01-04
6.Naomi Klein, Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi, Agora Kitaplığı
7.Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu, s.24, Açılımkitap,2018
*Batı kültürüne Asya’da geçmiş, korku ve çaresizlik içerisinde kontrol edilemez, zapt edilemez bir sinir haliyle, öfkeyle savrularak karşısına çıkan her şeyi kırıp geçmek, yıkıp yok etmek anlamına gelen bir tabir. Günümüzde büyük kayıplar neticesinde veya yaşanan kaybın, yıkımın ardından daha da büyük kayıpların gelebileceğine yönelik tehdit algısı ve korkudan kaynaklanan bir zihinsel-ruhsal bozukluktur. Sadece bireylerde değil iktidarlarda, kapitalizmin kırbaçlarını ellerinde tutanlarda da görülebilir. Ayrıca bakınız: Stefan Zweig’ın Amok Koşucusu, Can Yayınları, İlknur Özdemir çevirisi
**Sığınmacıların ne kadarı vatandaş yapıldığı da bilinmiyor. İçişleri bakanı Soylu, 200 bin rakamını veriyor. Ancak eski bir AKP’li vekil, sığınmacıların 3 milyon 800 binine vatandaşlık verildiği ve bu sayı ile AKP’nin 64 vekil çıkarmayı hedeflediği iddiası yabana atılmamalı.
Yazarın Dİğer Yazıları
Fareler, Muktedirler ve Seçim
12 Mayıs 2023TİP’in kararı, HDP’nin Çengiz Çandar Tercihi
28 Nisan 2023Devrimci durum ve Emek Cephesi
8 Kasım 2021Kurucu Meclis, Halk ittifakı ve HDP
23 Eylül 2021Mihri Belli’den kalan: Devrimin güncelliği
16 Ağustos 2021Güzel bir insan, kararlı bir devrimci: Şaban Ormanlar
13 Temmuz 2021Faşist MHP Kapatılmalıdır!
4 Temmuz 2021Finale Doğru
26 Nisan 2021Yeni-Osmanlı Galaksi İmparatorluğu:)
13 Şubat 2021Demokrasi Manifestosu, Geçici Hükümet’le Erdoğan’sız seçim!
11 Aralık 2020Seçimler Amerikan toplumundaki yarılmayı açığa çıkardı
11 Kasım 2020Egemen paradigmanın içindeki ‘Muhalefet’
3 Eylül 2020Devletin emperyalist siyaseti, faşizm ve Kürt sorunu
8 Temmuz 2020Dayanışma
21 Mayıs 2020AKP-MHP’li vekiller deyyusların ‘siyasi’ temsilcileri mi?
16 Nisan 2020Cumhuriyeti mi, tasfiyesini mi kutluyorsunuz!
31 Ekim 2019Marksist Devrimci olarak Mihri Belli
16 Ağustos 2019Cumhur ittifakı değil Cürüm ittifakı
13 Mayıs 2019İkili kriz: hem iktidar hem muhalefet
27 Şubat 2019