''Yeniçağ insanı sorunları kozmik güçlerin yardımıyla çözebileceğine inanıyor, rüya yorumları, fal baktırma, ruh çağırmayla ilgileniyor, bitkisel beslenmeye çalışıyor, arınma dansları yapıyor. Siyasete karşı ilgisiz. Yeşillikler içinde küçücük evinde sakin doğayla iç içe yaşamayı arzu ediyor''
Bir ülkeyi yönetetenler, her daim kendilerine biat edecek tipte insan yaratmak isterler. Bunun için ellerindeki tüm fırsatı değerlendirmede, tüm araçları kullanmada en ufak bir sakınca duymazlar. Yazımızın konusu olan kitap, Serol Teber tarafından yazılmış. Roman tadındaki inceleme kitabının adı; “İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş “ Alt başlık ise; “ Politik Psikolojinin Dipnotları”. Yapıt tam da adına uygun şekilde, politik psikoloji analiziyle, insanın nasıl kendini bir hiç olarak duyumsar hale getirildiği örneklemelerle izah edilmiş.
Serol Teber yazar, psikiyatr aynı zamanda radyo yapımcılığı yapmıştır. 1938 yılında İstanbul’da doğan Serol Teber, 2004 yılında ölene kadar kah Almanya’da, kah Türkiye’de yaşamıştır.
Mesleği dolayısıyla edindiği bilgilere yeni bilgiler katarak, toplumların şekillenmesindeki ana unsurları psikiyatri gözüyle ama sıradan okurun anlayacağı tarzda kitaplaştırır. Bunun için tarihten, mitolojiden, edebiyattan yararlanır. Tanrı inancıyla, baba ve devlet korkusunu özdeşleştirir.
Anlatacağım eserde kimler yok ki. Başta Freud olmak üzere, Engels, Marks Weber, Adorno, Heinrich Mann, Erich Fromm, Durkheim, Machiavelli ve diğerleri.
Almanya ‘da büyük katliamları gerçekleştiren Nazi subaylarının amaca uygun yetiştirilmesi şöyle anlatılır:
“Askeri okul öğrencilerinin pantolonlarının cepleri yoktur. Ergenlik çağındaki genç erkeğe ellerini olsun sokup saklayabileceği bir pantolon cebi olanağı vermemiştir… Tuvaletlerin kapıları, içerde oturanların başlarını ve ayaklarını dışarda kontrol eden görevlinin görebileceği biçimde yapılmıştır… Yatakhanelerin kapıları yoktur ya da sürekli açık tutulur; yataktan yatağa konuşmak yasaktır; gece uyurken bile, yatakhane, nöbetçi subayın denetimi altındadır. Yataklar dar, sert ve nemlidir. Yatarken ve uyurken yorganı başına çekmek ya da başını yorganın altına sokmak, kural dışı bir davranıştır ve böyle uyuyanların ‘pısırık lapacı’ damgası (tınısıyla) rapor edilmeleri zorunludur. (…) gece tuvalete gitmek isteyenler, nöbetçi subayı uyandırmak zorundadırlar; bu davranış da ayrıca soruşturmayı gerektirir.”
Bu şekilde sıkı disiplin, ödüllendirme, cezalandırma ve boyun eğmelerle, SS subayı artık hazırdır. O ailesinden kopmuş, insani duygulardan uzaklaşmış, sisteme uygun hale gelmiştir
Şüphesiz böyle bir düzeni halka benimsetmek için Alman Hükümeti sanatın her dalından yararlanır. Sinema, edebiyat, resim, mimari, heykel sistemin emir eri gibidir.
Amerika’da yapılan bir araştırmada, 3-7 yaşları arasındaki beyaz tenli ve siyah tenli çocuklar oyuncak seçerken beyaz bebekleri tercih ederler. Ancak yedi yaşından sonra, siyah tenli çocuklar siyah bebekleri seçmeye başlarlar. Çünkü çocuklar Amerika’daki ırkçılıktan etkilenmişlerdir. Yazar ve uzman Serol Teber, gözlemlerinin sonucunda şu kanıya varır; Kapitalist sistemde kitleler sindirilir, bencilleştirilir, yabancılaştırılır ve yalnızlaştırılır.
Yedi yaşında siyahi bir çocuğun, siyahi bir bebek seçmesi belki de ırkçılığın en masum yüzüdür. Birçok yerde, vahşet sahnesine hızla çıkan eli kılıçlı şovenizm, parmaklarından kan damlaya damlaya bizim ülkemizde de geziniyor ne yazık ki. Her Allah’ın günü milliyetçilik olgusuyla şartlandırılmış kişi, kendisinden hiçbir kötülük görmediği bir Kürt’e irdeleyerek bakıyor, küçümsüyor. Dinlediği müziklerde bile ayrıksı davranışını eksik etmiyor. Türkçe türkü mü, evet dinlemek güzel! İngilizce şarkı mı, ona da okey ! Yunanca mı, no problem! E bir kemence de fena sayılmaz hani. Ama Kürtçe bir türküye ritim tutsa bile elleri, inkârdan gelip tu kaka diyor! Türk olmaktan mutlu, Türkçe konuşmaktan sevinçli. Peki ne olacak? Anadolu’nun eşsiz kültür zenginliği, dil çeşitliliği… Keza, tek dini, tek dili savunmanın sıkıcı yavanlığı. Böylesi bir tekliği yaşamanın, herkesin aynı elbiseyi giymesinden ne farkı var.
Ne yazık ki, sömürü düzeninin en vazgeçilmezidir, ayrımcılığı yığınlar üzerinde yaymak. Yaşadığımız topraklarda bunu Aleviler acıyla tecrübe edinmiştir. Ulu ozanların derisi yüzülmüş, Alevi olduğu için katledilmiş, yaşamak için dağların, kayaların en sarp yerlerini mekân tutmuş, cem ritüellerini gizlice yapmıştır. Bugün İstanbul metropolünde bile Aleviler kimliklerini fısıltıyla söylerler. Yüzyıllar öncesinden gelen bir korkudur bu. Fakat aynı Alevi topluluk (hepsini kastetmiyorum), Kürtlere yapılan zulme seyirci kalmakla yetinmiyor üstüne bir de alkış tutuyor. Ey Alevi kardeşim..! Ne çabuk unuttun asırlardır sana yapılanı..!
Civa gibi her yere yayılan bu milliyetçilik. Evine ekmek götürme derdinde olan, aynı kaderi paylaşan emekçiler bile, bir bakıyorsun birbirlerine düşman oluyor.
Bu ne menem bir şeydir ki güneşe bakar yağmur yağıyor der, ağaca bakar taş görüyorum der. Bakar kör değil, sadece inkâr kör.
Alevi’si, Sünni’si, Türk’ü Laz’ı, Çerkez’i ve bilemediğimiz daha birçok insan ortak olur bu kahpe düzenin ters çarkına. Söylesen dinlemezler, anlatsan anlamazlar, göstersen görmezler. Her gün onca yalanla, peynir ekmek gibi beslendikleri için senin bir “doğru ses”in cılız kalır. Sanki yaşananlar yüz yıllık yalnızlığıdır milyonlarca insanın. Ancak ne mutlu ki çoğunluk sağduyusunu kaybetmemiştir. El yordamıyla da olsa görür, bir şeylerin yanlış gittiğini en azından ; “o da Allah’ın kulu” der. Halkın saf dini inancının, sağduyu ile birleştiğinde ise büyük şiddeti yaratmayı beceremez düzenin erkleri. (Ne diyeyim bu da teselli cümlemiz olsun…)
Serol Teper incelemelerinde Kürt halkına yapılan haksızlığa açık bir şekilde pek değinmemiş ama satır aralarında toplumların devletçe nasıl şekillendirilmeye çalışıldığını ilgi çekici şekilde anlatmış. Kitap sayesinde bugünü anlamada bilimsel düşünebiliyorsunuz. Tarihin gidişatının eninde sonunda iyiden yana olduğunu hissedebiliyorsunuz. Yaşananları izleyince oynanan onca oyunlarına rağmen, kötülerin başarılı olmadıklarını görünce ümitleriniz çiçek açıyor.
Kitaba tekrar dönersek; Yazar savlarını güçlendirecek bazı alıntılar yapar. Kafka; “Evde olduğu kadar okulda da benliği eritmeye çalışıyorlar”. Kapitalizmin palazlanmasıyla birlikte, insanın ruhsal genetiğiyle oynanmasında, ne mahrem, ne de güvenilir kurumlarda sınır tanımadığını Kafka’nın ilk fark edenlerden olduğu söylenir. Kafka’nın ünü de bu öngörüsünden geliyor sanırım. Koca filozof Marks, insanın kendi doğasının üstüne sedir çekmesini özel mülkiyete bağlar. “Özel mülkiyet sonucu yabancılaşmış emekten, yabancılaşmış insan doğar.''
Ne diyeyim içimden haykırmak geliyor! Ey! Mark amca çok haklısın diye…
Yazar, İNSANIN HİÇLEŞME SERÜVENİ kitabında günümüz orta sınıf insanının yöneldiği durumu şöyle tespit eder; Yeniçağ insanı sorunları kozmik güçlerin yardımıyla çözebileceğine inanıyor, rüya yorumları, fal baktırma, ruh çağırmayla ilgileniyor, bitkisel beslenmeye çalışıyor, arınma dansları yapıyor. Siyasete karşı ilgisiz. Yeşillikler içinde küçücük evinde sakin doğayla iç içe yaşamayı arzu ediyor.
Bu durum bana, İstanbul’da yaşayanların Ege tarafında, bahçe içinde ev yaptırmak istemelerini hatırlattı. Asgari ücretle geçinenleri görmeyen, ülkenin birçok yerinde kurulan santraller yüzünden zehirlenen toprağını düşünmeyen, kirlenen suya kayıtsız kalan insan topluluğunu. Bir de moda deyimle “ evrene iyi enerji gönderirsem dediklerim olur” yanılsamasını.
Teber’in her birini okumaktan büyük zevk aldığım ve şaşırtıcı bilgiler edindiğim diğer kitapları şöyle;
Freud’u anlattığı; Bir Peri Masalı,
Genç Osmanlı aydınlarını anlattığı; Tutunamayanların Politik Psikolojisi,
Antik Yunandan günümüze büyük sanatçıların melankolik halini inceleyen; Melankoli.
Fakat, üzüldüğüm bir hususu söylemeden edemeyeceğim, günümüz yazarları eserlerinde Türkçe anlatımlarında bazı sözcüklerin yanına, parantez içinde İngilizcesini yazmadan edemiyorlar. Ne gerek varsa. Okumayı zorlaştırmaktan başka, dil emperyalizmine destek oluyorlar. Hem de dile en sahip çıkması gereken aydınlarca. Serol Teber’in yazıları akıcı ve ilgi uyandırıcı. Ancak onda da yabancı dil eklemeleri mevcut ne yazık ki.
Neyse konumuza dönelim..
Hani çok duyduğumuz, kimi zaman sinirle söylediğimiz bir kavram vardır ya; Yandaş! Yazar bakın nasıl tanımlıyor yandaşı; “ Resmi ideolojinin yetiştirdiği büyük korkuları olan zayıf bir kişiliktir, dış dünyaya ilgisiz ve kendine özgü sistematik, bütünsel dünya görüşü yoktur. Yaşadığı toplum ne türden olursa olsun, güçlü bir ideoloji ortaya çıkınca yandaşın buna karşı tavır alma olanağı ya da bu tür olanakları kullanacak gücü yoktur”. Kitle iletişim araçları kişinin kendisine sunduğu rolü benimser. Bu süreç içinde, insanlarda geliştirilen boyun eğme, korku suçluluk duygusu gibi doğal insan psikolojisine yabancı değer ölçüleri gelişirken, sevgi-aşk, umut ve haz duyabilme, mutlu ve hatta orgazm olabilme duygu ve yetenekleri söndürülür.
Toplumların psikolojisini gözlemleme ve buna göre simülasyon oluşturma devletlerin sıkça başvurdukları yoldur. Peki bunu sade vatandaş biliyor mu? İşte esas mesele budur.
Yazarın Dİğer Yazıları
Tanrıça Demeter ve Akbelen
6 Ağustos 2023Örgütlü Mücadelenin Gücü
23 Mart 2023Göçebe toplumlardan bugüne Göçler
4 Mart 2023Deprem!
19 Şubat 2023Mahsa Amini ve Mücadeleci tüm kadınlara
9 Ekim 2022Spartaküs ve Zenci İSyanı
27 Mayıs 2022Rıza Şehri
29 Nisan 2022Baharın Mitosları
28 Mart 2022cam tavan etkisi
3 Mart 2022Mitoloji öğretiyor
23 Şubat 2022Yunus Emre
31 Ekim 2021Halide Edip Adıvar
8 Ağustos 2021Özgürlük (2)
17 Temmuz 2021Özgürlük -1
29 Haziran 2021Yalnızlık ve halleri
16 Haziran 2021Zabel Yeseyan
3 Haziran 2021Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Kadın Dergileri
16 Mayıs 2021Osmanlı'dan Cumhuriyet'e kadın Dernekleri
27 Nisan 2021Bacıyan-ı Rum: Anadolu Kadınlar Birliği
11 Nisan 2021