''Göçük altından bir kitap buluyor enkaz çalışmalarında görevli gençlerden biri. “Umut varsa gelecek vardır” yazıyor ilk sayfada yazarın el yazısı ile. Ve “bu sözleri okuduktan sonra daha bir umutla kazmaya, aramaya başladık enkaz altında kalanları” diyor haberlerdeki genç adam.''
Yıkılan duvarlar değil
Yıkılan hayatlar
Yıkılan anılar
Yıkılan geçmiş, gelecek
Gecenin ayazı yaktı
Yokluk yaktı
Çaresizlik yıktı
Geçti üstümüzden
Enkaz altında kaldık
Yetmedik, yetişemedik
Utandık
İnsanlığımızdan utandık
Ufalandık, parçalandık, kanadık
Gecenin ayazında
Onlar göçük altında, bizler yorgan
Donduk kaldık
“Sesimi duyan var mı?”
Bu çığlık enkazdan çıkarılmayı bekleyenlerin çığlığıydı. Oysa bizim daha önceden bildiğimiz ve söylenmesi gereken cümle “Orada kimse var mı?” olmalıydı. Tüm enkazlara gidilip enkaz altında kalanların sesleri çıkabiliyorken seslerini duymayı beklemek gerekti.
Böyle bağırdılar göçük altında kalanlar.
Seslerini duyurabildiler mi acaba?
Duyurabilenler şanslıydı, baygın olmayan, sesi çıkabilen ya da sesini duyurabilecek mesafede ve yerde olanlar. Etraflarında birileri olanlar, onları kurtarmaya gelenler, duyanlar, yakını olanlar.
Ya olmayanlar, sesini duyuramayanlar?
Geç kalınanlar…
Çok değil yine burada bu köşede 07 Ağustos 2021 tarihinde ülkemizde yaşadığımız yangınlar sonrasında yazdığım yazıda dile getirdiklerimden çok da farklı değil durum. Yaşadıklarımız maalesef ki yine aynı. “Her geçen gün farklı acılara uyanıyoruz, acılarımızın sadece rengi değişiyor, şiddeti artıyor” diye yazmışım. Gerçekten de öyle rengi değişiyor; bu bazen yangın, bazen sel oluyor bazen maden göçükleri oluyor bazen de son yaşadığımız afet gibi deprem oluyor. Çok sayıda canımız gidiyor, bizi en çok da yakan, kaybettiğimiz canların yanında bu hayatların bu kadar ucuz oluşu, kaderine terk edilişi oluyor.
Evet depremin şiddeti büyüktü. İlk sarsıntı sabaha karşı 04.17 sularında 7,7 büyüklüğünde oldu. İnsanları en derin uykusunda vurdu. Belki de pek çoğu ne olduğunu anlayamadan uykuda yakalandılar ve yataklarından bile kalkamadılar. Yılın en soğuk gün ve geceleri yaşanıyordu. Göçük altında kalan da kendini dışarıya atan da dondurucu soğukla baş etmek zorundaydı.
Deprem haberine uyanan ve bunun şaşkınlığı ve üzüntüsüyle haberleri takip edenler daha olup bitenleri anlayamadan ekranlar karşısında ikinci bir depreme şahit oldu. Birinci depremin sarsıp yıkamadığı diğer yapıları da ikincisi yıktı geçti. Öyle gözümüz baka baka. Yine aynı bölgede 7,6 şiddetinde olmuştu bu sefer de. Pek çok kişi daha birinci depremin şokunu atlatamamışken ikincisine yakalandı ve göçük altında kaldı.
Art arda yüksek şiddetli bu iki deprem tam 10 ilimizi yıkıp geçti. Deprem, şiddetinin yanında, etkili olduğu yüzey açısından da oldukça büyüktü. Uzmanların dediğine göre yüzyılın en büyük depremiydi. Yani felaketi.
“Yüzyılın en büyük felaketi ya da afeti” deyip geçebilir miydik? Üzerimizdeki yıkıntıların ağırlığını hafifletmeye yeter miydi bu cümleler. Yitirdiğimiz canlı sayısı (canlı diyorum çünkü biliyorum ki artık günümüzde pek çok evde evcil hayvan var bunun yanında köylerde hayvancılıkla geçinen pek çok ailenin göçük altında kalan hayvanları ) açıklanan resmi bilgilere göre giderek artıyor. Ve çok acıdır ki yıkılan binaların sayısına bakınca, bu sayının şimdiden kestirilemeyecek derecede fazla olacağı görülüyor.
Bu yaşadıklarımızı, kayıplarımızı, geç kalmışlığımızı, çaresizliğimizi, yeterli olamayışımızı, bu cümle açıklar mı?
Yaşadığımız sadece bir afet mi? “Yüzyılın en büyük doğal afeti”. Doğal mı? Ne kadarı doğal bu yaşadıklarımızın, neler doğal ya da doğa dışı? Neler insan eliyle olmuş ya da olmamış. Bunca sayısız kayıpları, zararı ziyanı, yıkıntıyı, yok olmayı, silinip gitmeyi, kaybolmayı açıklamaya yeter mi bu cümleler diye sorup duruyorum.
Doğa olayları evet doğaldır. Depremin ne zaman ne büyüklükte olacağı belki kesin bilinemez ama aşağı yukarı nerede olacağı ve ne yapacağı bilinir; eğer güçlü yapılar yapmazsanız sarsar ve yıkar.
Ne kadar şiddeti büyük olursa olsun, 21. yüzyılı yaşadığımız günümüz çağında bunların hepsinin karşılığı var, depreme dayanıklı ve çok az hasarla atlatılabilen yapılar yapmak mümkün. Tabi ki bilime, bilim insanına danışır, bu işin uzmanlarıyla iş birliği içinde çalışırsanız. İnsan hayatı dünyevi istek ve çıkarlarınızdan daha üstün geliyorsa tabi. Bunun hiç de zor olmadığını deprem bölgesinde yaşayıp da çok az hasar ve kayıpla atlatan ülkelerden görüyoruz.
Cevabını bilsem de, çok mu zor bunları yapmak diye sormadan edemiyorum. Deprem ülkesi olduğumuzu, nerelerden fay hatlarının geçtiğini, nerelerin riskli zemin olduğunu, nerelerde ne kadar hangi şartlarla yapılara izin verilmesi gerektiğini, hepsini uzmanlar biliyor. Bilim insanlarının ısrarlı uyarılarına rağmen tehlikeli bölge ve zeminlere izinler veriliyor. Aynı yerde yapılmış iki yapıdan biri sağlam kalıp diğeri çöküyorsa, depremin değil, uygun yapılmayan yapıların öldürdüğü gerçeği bir kez daha tüm çıplaklığı ile görünüyor.
Doğal değil bu yaşadıklarımız, doğanın dilinden anlamayan bizleriz. Doğayı yok etmeye çalışanlar, dalını kesip, kökünü kurutup, betona çevirenler, doğayı yakanlar, satanlar, suyunu kurutup çöle çevirenler, rant için insan hayatını hiçe sayanlar. Doğayla, içindeki canlısıyla barışık olup, onun dilini anlar, onun kitabını okursan felaket açmaz insanlığın başına. Asıl felaketi insanlığını unutan insan yapar. Hem de gerçek cennet olan doğayı görmezden gelip yok ederek. Sahte beton cennetleri satar insanlara. Bir de o sattığı yıkılan yapılardan çıkamayanlara, cennete gitti şehit oldu diye, sahte hayaller sahte duygular satmaya, kandırmaya devam eder.
Her yaşanan felaketlerin ardından doğasında var, fıtratında var ya da kader planı deyip geçilemez. Geçilmemeli. İnsanın fıtratında düşünmek var, sormak, soruşturmak, öğrenmek var. Bilmek, bilgiden, doğrudan, gerçekten yana olmak var. Bilimin işaret ettiği gibi davranmak var, teslimiyet yok. Aynı şeyleri yapıp, yapıp farklı sonuçlar beklemek yok. Akıl var, mantık var fıtratında insanın. Tüm gerçekleri görüp, onlara göre tedbirini alıp, gerekenleri yaptıktan sonrasıdır belki kader.
Tekrar tekrar aynı şeyleri yaşıyoruz. Daha önce yaşadığımız doğal afetlerden, yangınlardan ders alamıyoruz, almıyorlar. Sorumlular, suçlular yaptıklarıyla kalıyor. “Kadere” en büyük hesap kesilip işlerini iyi yapmayanlar, görevlerini kötüye kullananlar, bilgisiz, liyakatsiz çalışan ya da çalıştıranlar, denetlemeyenler, usulsüzlüklere izin verenler, görmezden gelenler, susanlar, yalan söyleyenler hesap vermeden lüks içindeki yaşamlarına devam ediyorlar. Kaderin yanında hesabın büyüğünü de masumlar ödüyor.
Depremi önleyemediniz, çok büyük çaplıydı ve doğaldı. Herkesin her ülkenin başına gelebilir ve büyük kayıplar yaşanabilirdi. Daha önceden kestirilemezdi. Ya deprem sonrası? Hem yıkıntılar altında sıkışmış hem de eksi derecelerdeki soğukla yaşam mücadelesi veren insanlar için geçen her dakikanın hayati önemi vardı. İlk 24 saat bilemedin 48 saat çok kıymetliydi. Elbette sonrasında kurtarılanlar hayatta kalanlar oluyordu ama susuzluk ve soğukla insan bedeninin mücadelesi oldukça zordu. Bu duyarlılıkla davranılıp, bir an önce organize olunmalıydı. Çabuk müdahale edilmeliydi ama en son orman yangınlarda da gördüğümüz gibi bu müdahaleyi karşılayacak hazırlıklar yoktu. Ne önceden belirlenmiş bir hareket planı, ne yeterince araç gereç, ekipman ne de bunca yıkılmış yapıya karşılık gelebilecek yeterli sayı ve yeterlilikte uzman ekip. Afetle ilgili var olan kamu kuruluşlarında görev alanların depremle ilgili pek de bilgileri ve yeterlilikleri yoktu. Onların uzmanlık alanları dışındaydı bu yapılacak olanlar. Daha önce AKUT gibi hem ülkemizde hem de dünyada arama ve kurtarma çalışmalarında yer almış sivil toplum kuruluşları ya kapatılmış ya yönetim kadrosu değiştirilmiş ya da çalışmalarına engel olunmuştu. Bu anlamda hale hazırda bilinçli, örgütlü yapı ve kurumlar yeterli sayıda değildi. Sivil toplum kuruluşlarından birisi kamudakilere göre hem daha işlevseldi hem de daha güvenilir. Pek çok vatandaş nakdi yardımlarını “ahbap” dedikleri bu kuruma yapmıştı. Bu yönüyle bile çok ders çıkarılması gereken yerler vardı.
Kamu kuruluşlarından merkezi koordinasyonu sağlayan kurum yetersiz kaldı. Ya yeterince bilgisi ya da yeterli sayıda kurtarma ekibi yoktu ya da inisiyatif alıp zamanında müdahale edemediler. Pek çok bölgeye gitmekte geç kalındı. Gidilse de sayıca, malzemece yetilemedi. Daha sonra gidildi belki ama maalesef geç kalındı.
Yardımlaşma ve dayanışma denildiğinde bir araya gelebilen yurdum insanı canla başla destek verdi. Ülkenin dört bir yanından yardımlar toplandı, soğuk hava koşullarına kapanan yollara, kara buza rağmen yollara düştü pek çok insan, göçük altında bir cana can olma umuduyla. Yaşanan bu dayanışmayı görmek, insan olduğumuzu unuttuğumuz şu zamanlarda çok iyi gelmişti gelmesine ama yine şahit olduğumuz bazı olaylar “yok artık” dedirten türdendi.
Yakını olmasına gerek yok, vicdanı olan herkes elinden geldiğince bir şeyler yapmak, bu yardımlaşmanın içinde olmak istiyordu ama kimse neyi nasıl yapacağını bilmiyor, bilse de bekletiliyor, geri çevriliyor, soru soruyor cevabını alamıyor. Depremin en önemli ilk iki günü çaresizlikten dönüp duran, ne yapacağını bilmeyen insanların koşuşturmaları, yardım çaba ve çığlıklarıyla geçti. Depremin üçüncü, dördüncü günlerinde deprem bölgelerinde yokluklar giderilmeye başlandıysa da bugün yine maalesef ki, depremin 6. gününde gidilse de kurtarılması için çok geç kalınmış yerler olduğu söyleniyor.
Yaşadığımız bu zorlu günler aslında bazı şeyleri daha net görmemizi sağlıyor. “Hani iyi gün dostu diye bir şey vardır ya” ya da “dost kötü günde belli olur” diye. İşte öyle bir şey. Şu millet dosttur, şu millet düşmandır hatta “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” denir. Ne kadar da boş sözler olduğunu yaşadığımız bu afetteki dayanışma ve desteklerden bir kere daha görmüş olduk. Dünyanın dört bir yanından ille de bize gavur diye ezberletilmeye çalışılan Yunan kurtarma ekiplerinin göçük altından kurtardığı çocuğa sarılışını görünce, komşu ülkelerdeki bakanların maaşlarının bir kısmını destek için göndermek istediklerini, Avrupa’nın göbeğinde bir ülke tarafından acımızı paylaşmak için İstiklal marşımızın çalındığını duyunca bir kez daha anladık ki insanlığın milleti olmaz. İnsanlığın sadece iyisi ve kötüsü olur. Dış güçler ya da dış mihraklar değildi, göçük altında kalanların başlarını yuva diye soktukları yerleri tabutları haline çevirenler.
İyilikte yarışmak güzeldir ama biz bu depremde “iyilik çalanları”, pazarlayanları gördük. Başka yardımların üstüne kendi ismini yazanları, yağmalayanları, fırsatçıları, iyilik yapanlara çelme atanları, gerçekleri konuşanları susturmaya çalışanları maalesef ki gördük. Çok uzağa bakmamıza gerek olmadan hem de. Gördük ki, insanlığın dini de yok, milleti de. Vicdanı var sadece. Dili iyilik, dili sevgi, dili yardımlaşma.
Göçük altından bir kitap buluyor enkaz çalışmalarında görevli gençlerden biri. “Umut varsa gelecek vardır” yazıyor ilk sayfada yazarın el yazısı ile. Ve “bu sözleri okuduktan sonra daha bir umutla kazmaya, aramaya başladık enkaz altında kalanları” diyor haberlerdeki genç adam.
Umut birileri için hep olacaktır olmalıdır ama umutları ellerinden alınan hayatları çalınan insanlar, yıkılan yuvalar, dağılan yerle bir olan geçmiş ve gelecek.
Nasıl normale dönecek yaşam onlar için ya da dönebilecek mi? Çok zor. Asıl bundan sonra başlıyor zorlu günler. Bedenlerdeki izler silinecek belki peki ya ruhlardaki? Kim silebilirdi bu yaşanan travmanın izlerini. Hiçbir yardım, hiçbir destek, hiçbir güç veremeyecekti göçük altından elinde annesinin saçlarıyla çıkan bebeğin istediğini.
“Sesimi duyan var mı?”…
Duyulacak mı bu ses?
Ya da yeterince duyuldu mu?. Yardım çığlığı atan her canın sesine kulak verebildik mi?
Seslerini duyduklarımızdan çok daha fazlaydı sesini duymadıklarımız.
Üzerimize yıkılan bu enkazın vebali, en az onların üzerindeki enkaz kadar ağır.
Tek bir şey hafifletir bu yükü; o da göçük altında kalanların duyulmayan sesleri olabilmek…
Yazarın Dİğer Yazıları
Bir Nefes İçin...
2 Ağustos 2023Sanatın dikenli yolları
19 Şubat 2022Bu Ateş Sizi de Yakar!
7 Ağustos 2021Tarih 17 Haziran 2021
20 Haziran 2021Sınırsız Bir İmparatorluğun 'Sınırlı' Kadınları
8 Mayıs 2021