Tek Neden, İki Cinayet, Çok Benzerlik ve Hiçlik

Hüseyin Tevetoğlu

23 Aralık 2024
Tek Neden, İki Cinayet, Çok Benzerlik ve Hiçlik

“Biraz ötede, dağda büyük bir domuz sürüsü otluyordu. Kötü ruhlar Ondan domuzların içine girmelerine izin vermesini istediler. İzin verdi onlara. Kötü ruhlar kişioğlunun içinden çıkıp domuzların içine girdiler. Sürü koşup uçurumdan göle attı kendini, boğuldu. Onları gören çobanlar gidip köylerde kentlerde anlattılar gördüklerini. Halk onları görmeye koştu. Dağda, içinden kötü ruhların çıktığı ol kişioğlunu giyinmiş kuşanmış, aklı başında İsa’nın ayakları dibinde oturur bulduklarında dehşete kapıldılar. Olanları görenler görmeyenlere, içine kötü ruhlar girmiş ol kişioğlunun nasıl kurtulduğunu anlattılar” ( Luka İncili; VIII B1)

“Yaşamak hiçlikte yürümektir” diyor Mehmet Özgen; İhanetin Yedi Eli adlı anı-romanında. Peki ya ölüm, o da bir hiçlik değil mi? Öyleyse eğer, bizler o hiçliğin içinde de mi yürümekteyiz aynı zamanda, ölümün yani. Ona da cevabı var; “ anlamın kaybolduğu hiçlikte yok olmak!” diyor, diyalektiği doğru halkasından kavrayarak. Yaşamla ölüm arasında, hiçlikle varlık arasındaki o ince çizgi üzerinden iz sürerken, tarafı olduğu bir kavganın hesap dışı, “geliyorum” diye bas bas bağıran ama karşı konulamayan bir saldırı neticesinde yenilgiyle sonuçlanması sonrasındaki yaşamına, yaşamımıza ilişkin kübik bir tablo koyar önümüze bu çalışmasında. Basit bir empresyonla yetinmeden, olguların arka planlarından çekip çıkardığı, bu çekip çıkardıklarından oluşturduğu çok boyutlu durumları ustaca birbirine dikip tamamladığı bu tabloyla anlatmak istediği zaten her türlü, duygusal, duyusal, beyinsel, düşünsel ve fiziksel ölümdür.

Ama burada durmuyor. İla nihayet hiçlik deryasında kulaç atmanın tehlikelerine karşıda uyarıcı oluyor; ölüme, hiçliğe, ihanete, zulme, aşka, sevgisizliğe, apansız gelen ayrılıklara, terk edilmişliklere, en kesif hasretlere, hasletlere rağmen yeni bir boyut öneriyor yaşamaya dair; onu yeniden “biçimlendiriyor”, ona “ruh” veriyor, “hiçliğini bozarak”,  yokluğun, yoksunluğun ve umutsuzluğun “payını azaltarak” bu denklemi yeniden kuruyor. Çatal dilli ihanetin indirdiği her hançer darbesinde ölümsüzleşen Silo’ nun “zamanda asılı kalan” gözlerinin önünden geçirip yedi yüreksiz caninin yüzüne tükürmeye davet ediyor bizi.  Yani yaşam yürüyüşüne, yani yaşatmaya. Azmi’yi anlatıyor. Onun, duyguları üzerine bir şahmerdan gibi düşen kıskançlığına yenilerek kalanlardan, hiçlikteki yürüyüşüne son vermek suretiyle intikam almasını gerekçe göstererek bir kez daha sorgulatıyor bize yaşamın anlamını.  Teo’ yu anlatıyor, Sedat’ı. Onların çok erken yaşlarda yaşamdan koptuklarını. Devrim nikahlı eşinin başka sulara yelken açmasını anlamlandıramamasındaki irrasyonel tutumunu daha da ileri noktalara taşıyıp, bu yüzden “Dünya ve Türkiye Halklarına” bir bildiri ile açlık grevine başladığını “duyuran” bir başka hükümlüyü anlatıyor.

Doğan’ ı anlatıyor; bitmez sandığı devrim aşkının güvenli limanına emanet ettiği karısı Yeliz’ le kavuşma umudunu yitirmeden bekleyen Doğan’ı. İçgüdüsel  bir yakınlaşmanın taciz ettiği cinsel çekimin iğvasına uğrayan nöronların marifetiyle ölümcül bir mutsuzluğun üzerine bir “mutluluk” inşa etmeye çalışan ve bunu bir hayli ileri noktalara taşıdıklarına kani olduğumuz, olayın ikincil kahramanları Taner ve Yeliz’i tanıştırıyor bize.  Onların zafiyetlerinden bir “aşk” devşirmeye çalışıyor ama “devrimci etik” engeline takılıyor. Aşka dair çok sözü olan yazar burada, Yeliz’in kadınlık durumuyla Doğan’ ın insanlık durumu ve Taner’in “dereden kütük kapma” mantığı ile fırsatı kaza etmeyerek ortaya koyduğu fırsatçı ataklığı hakkında okuyucuyu yatıştırmak adına her hangi bir çabada bulunmuyor, adeta okuyucuya ne haliniz varsa görün diyor.  

Hüküm giydikleri ceza maddelerine ilişkin çifte standart uygulamaları protesto etmek ve kamuoyu oluşturmak adına başlattıkları açlık grevinin ölüme aralanan kapısından Aysel’ e çeviriyor objektifini, Adalet Ağaoğlu’ nun “ölmeye yatan” o sıra dışı, köhnemiş değer yargılarıyla, savunma yapmasına bile izin verilmeden hüküm giyen “özgür” kadınına.

Diğer yandan yazar; bireysel varoluşuna, yataktan çırılçıplak fırlayarak yeni bir sayfa açmaya kendini ikna eden Aysel’ i anımsatarak, toplumsal var etme savaşında bireyselleşemeyen, ya da genellikle bireyselleşmeyi bencillikle ikame eden, bu insanların ekseriyetinin teslim alınan özgür iradelerine bir can suyu aşısı yapmayı deniyor.  Yazarın, insani, iyi niyet ve “devrimci sorumluluk” bilinciyle giriştiği bu teşebbüsünden olumlu sonuçlar çıkarmak oldukça zordur. Zira “kuzeyi tahkim eden” kaleler yıkılmış, kitaplar başka dilde okunur olmuş, ütopya çökmüştür.  Yaşam, ölüm mevsiminin en ağır kışındadır. Nesnelliğin güçlü dalgalarıyla kabaran okyanusta devrimin küçük kayığının dayanacak hali yoktur. Bir an önce kıyıya çıkma, soluklanma ve yeniden kurma zamanındayızdır artık. Zor ama gerekli olan da budur. Kitabın satır aralarına serpiştirildiğini düşündüğümüz örtük mesajın bu etkileşimler çerçevesinde değerlendirmesinin gerekli olduğunu söyleyebiliyoruz. Yok değilse, yığınla engele rağmen ne İthaka’ ya ulaşma azminin bir anlamı olurdu, ne Sisifos’un kayasının, ne de Ferhat’ın dağları delişinin.

Selimiye-Metris-Davutpaşa-Çanakkale-Metris-Sağmalcılar-Davutpaşa-Çanakkale! Zor bir sıralama değil mi? Yazarın kendisi bile bu sıralamayı yapmakta zorlanıyordur eminim. Zira belli bir süreden sonra mekanlar önemlerini kaybediyor, sembolik işlevleriyle anımsanıyorlar. Bu zindanlar hakkında yazılan hikayeler boldur. Çok da önemlidirler. Ancak sayfa sayısına endekslenmeyecek kadar bir güçlü yan var bu kitapta. Biçimsel türden ziyade içeriğin adlandırılması noktasında bir zorluk gibi.

Ölümün yürek burkan hikayesi mi demeli bu anı-romana, yaşamın manifestosu mu? İkisi belki de. Ölüm yaşama içkin ve bu mutlak gerçeklik ortada ise bu sorunun da pek bir anlamı kalmıyor. Prolog tamamıyla ölüm üzerinedir yine de. Daha doğrusu; ölüm anı üzerine. Sonrası yaşama ısıtma mücadelesi. Okurken insanın yüreği mekanik dişliler arasında kalmış gibi kıyım kıyım kıyılıyor. Yazar, sanki ölümü deneyimlemiş gibi davranır bu bölümde.  Şaşılacak bir durum da değildir ayrıca. Çok ölüm görmek, çok ölüme tanık olmak çok ölmektir aynı zamanda. İşkencede ölenle ölmek, kalleş kurşunlarıyla ölenle, asimetrik bir savaşta annesiyle birlikte, onun memesini somururken şarapnel parçalarıyla öldürülen bebekle ölmek! Ve daha nicelerinin ölümüyle ölmek! Burada, bu hikayede Silo ile birlikte ölmek! “Yoldaş” pusularında,  yedi kalleş elin kaldırıp indirdiği buz kesmiş yedi paslı hançerin akıttığı ılık kanlar içinde kıvranarak, inleyerek ölmek! Hep ölmedik mi zaten. Yaşarken öldük, yürürken, kan uykularda öldük, öldürüldük. Darağaçlarında, ülkenin kırsallarında en masumane arzularla özgürlüğü ararken, okullarında okurken öldük, öldürüldük. Yazarken ölüyoruz.

 Silo; “Ne yapıyorsunuz yoldaşlar, bu yaptığınız kalleşlik” diye yalvarırken, bu kalleş pusudan kurtulma ümidini az da olsa taşıyor muydu acaba. Bunu bilebilmek imkansızdır. Bildiğimiz; o kalleş yedi elin, Yahuda misali, ihanetin mührü o ölüm öpücüğünü onun boynuna çoktan kondurmuş olduklarıdır. Gerisi uygun zaman meselesidir bu kolektif öldürme merasiminin tertip edilmesi için.

Bu caniyane cinayet ve cinayeti işleyenlerin beyinlerindeki arka planı ve tüm olan biteni mantıksal bir kadrajla süzmek suretiyle Giotti Di Bondone’ nin “Ölüm Öpücüğü” tablosuyla bir örnekseme denemesi yapıyor yazar. Bu çok yerine bir analojidir. İhanetin vicdansızlık habitatında yaşam şansı bulduğunu da, kime kim tarafından ihanet edildiğini de bu örnekseme denemesinde görüyoruz. Silo’nun ihanetine dair bir bulgu yok ama hangi “devrim” uğruna ve hangi “devrim teorisi” ile zehirlendikleri belli olmayan “yoldaşlarının” ihanet bile denemeyecek derecede yüreklerinin kararmış, akıllarının firar etmiş olduğuna tanık oluyoruz. En acısı da budur.

Luka İncili’ nden yazının başlığına aldığım alıntı ilk planda yadırganmış olabilir. Yalnız Dostoyevski’ yi bilenler, onun “Ecinniler” kitabını okumuş olanlar için bu yadırgamanın minimal düzeyde kalacağını var sayıyorum.

Okuyanlar bilirler, zamanın anarşist militanlarından Naçayev ( romanda Stephan Vorhevenski) , ki daha sonra ismi Bakunin ile birlikte anılacak kadar ününü arttırmıştır,  Moskova Üniversitesinde okuyan bir arkadaşını, İvanov’ u ( romanda adı Shatov’ dur) öldürüp cesedini havuza atar. Öteden beri Batı düşüncesi ile arasındaki mesafeyi açma derdindeki Dostoyevski için bulunmaz bir fırsattır bu. Sosyalizme, nihilizme, anarşizme ve Batıdan gelen her türlü düşünce akımına bu cinayet ekseninde saldırır. Turgenyev’e, Herzen’ e, Ogarev’e, Belinski’ ye yönelik eleştirilerini çok uç noktalara kadar taşırken Marx ve Engels’ ten bihaber gözükür.

Olmayan bir örgütün, olmayan beşli Merkez Komitesi’nin hiç kazınmamış olan MK mührüne “sahiptir” Naçayev. Üniversitede bir grup arkadaşıyla toplantılar yapar, kararlar alırlar. Yalnız İvanov’ un gidişata ilişkin haklı ve mantıki eleştirileri vardır. Daha bilimsel yollardan yürümeyi önerir. Daha akılcı ve daha sonuç alıcı. Naçayev bunu aklının bir köşesine yazar ve giderek İvanov’ u, yani romanda Shatov’u, önce pasiflik ve korkaklıkla damgalar, sonrasında ihanetle suçlar. Okuldaki arkadaş grubunu toplar, onlara olmayan örgütün, olmayan MK nın “kararını” açıklar; İvanov ajandır, ortadan kaldırılmalıdır. Bu işi yapacak gönüllüler bu grup içinde varsa da, tetiği bizzat Naçayev çeker. İvanov öldürülüp cesedi havuza atılır.

Kötü ruhlar, yani Batı’dan gelen her türlü siyaset ve sanat akımı gençlerin içine girmiştir. Dolayısıyla gençler bu akımlarla zehirlenip delirmiş ve kendilerini uçurumdan aşağı atmışlardır. Bunun müsebbibi de, başta Turgenyev ve Herzen gibileri olmak üzere Rus Edebiyatı’nın önde gelen isimleridir. Eleştiri oklarının en sivrilerine onlar muhatap kalır.

Buradaki Dostoyesvki’ nin alegorik anlatımıyla Mehmet Özgen’ in anlatımını eşitlemiyoruz elbette. İlki; fantastik gerçekçiliğin metafizik soslu sürümüne tekabül ederken, ikincisi; çıplak gerçeklere mercek tutan ve görünür olanı anlaşılır olana çevirme çabasıdır. Fakat bu iki cinayetin arkasındaki güdülenme, zaman, zemin ve fikri bütünsellikten bağımsız söylersek, birbirinin tıpkıbasımı gibidir. Tipik bir çölleşme, insansızlaşma durumudur. Yoldaşlığı, piramidin en tepe noktasına, hiçbir düşüncesi veya eleştirisi olmadan vecd içinde secde etmekle eşitleyen bu tarz dikey yapılanmaların meşrebi incelendiğinde bu benzerliklerden çok daha fazlası görülebilir.

Bu kadar değil. Aşka dair de söylenecek sözü var Mehmet Özgen’in, söylüyor da. Ya da aşk sanılana. Hasrete, bir akşam karanlığı gibi apansız çöken  “ölüm gibi” ayrılıklara dair. Karanlığın en kesif olduğu noktanın aydınlığa gebe olması gibi, en umutlu aydınlıkların yanı başında pusuya yatmış karanlıklara dikkat çekiyor kitabında. Yazılıp cevap alınamayan mektuplar, yazılıp gönderilemeyenler, gönderilip cevaplanamayanlar, cevaplanmayanlar, beklentiler, umutlar, umutsuzlukla, terk etmeler, terk edilişler ve saatlerce bakılan bir fotoğraftan, öncesinde ayrımında olunamayan türlü anlamlar çıkarmalar. Kırılan yemyeşil dalları, bilinçliliğin aynasında parlayan karşı cinsin duyarlılığını, eksik olana duyulan özlemi anlatıyor, yanılsamaları belki de. Sahi, neydi aşk. Sevginin ölçüsüzce abartılı hali mi, saplantımı, patolojik duygusallık mı, kavuşamama hali mi, beklenmedik ani terkediliş mi, hiçbiri veya hepsi mi, neydi?  Ya da; “Ben yaşamıyor olacaksam benim yerime sen seyret gün doğumunu” diyebilmek miydi aşk? Bu kadarı da fazla olmasındı. Okuyucu versin kararını. Nasılsa tek tipi yoktu.

“ Anladım ki sevgi denen o yüce, o erişildikçe erişilmez duygu, hiçliği perdeleyen bir incir yaprağı, gizli gözyaşlarından incecik bir örtü. Ve kaçışın kutsanışı aşk, o tragedyadan.” Öylemidir?  Bir yanılsama hali. Aslı az olan sanal çokluk gibi. Hiçliğimiz, hiç olmamışlığımızın aldatıcı kamuflajı. Belki!

Seslerin uzaydaki macerası konusunda doyurucu bir netlik olmadığı söyleniyor. Ama şimdiki bilgimiz bunların frekansının ve düzeninin uzay boşluğunda bozulduğu ve enerjiye dönüştüğü yönünde. Bir düzenek olsaydı da, hasretle duymak istediğimiz sesleri, o günkü yumuşaklığı, o günkü sevecenliği ve o günkü tınısıyla bol yıldızlı bir gecede, ıssız bir dağ başında sırt üstü yatıp yanan gözbebeklerimizle Polaris’ i ararken duyabilsek, ne güzel olurdu. İçe akan gözyaşlarını durdurmak, belki de çoğaltmak için tekrar tekrar duyabilseydik ne güzel olurdu.

“Unutma! Kırk yılda geçse seni bekleyeceğim!” sözü ab-ı hayat pınarı olmaz mıydı o zaman?

Ne güzeldir Simonov’un “Bekle Beni” adlı şiiri:

“Bekle, uzak yerlerden Mektup gelmez olduğunda, Bekle, birlikte bekleyenler Beklemekten usandığında.”

Veysel “iki kapılı bir handa” ve “ince uzun bir yolda” devam etti hiçlik yürüyüşüne. Mehmet Özgen, yedi kapılı hanların birbirinden ağır demir kapılarının şangırtıları arasında hiçliği tüketirken büyüttü yaşamı; insanı yükseltip özlemi çoğaltarak. Kapı altlarının gergefinde ayrılık hasretini nakşederken kör pencereden sızan bir ışık demetini izledi güneşi içmek için.

“O da bir şey mi” deme,

Zor gelir bu işler içerdekine. 

İlahi Nazım! Bir çeldin ki aklımızı, sorma!

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…