''Olağanüstü dinamizmine tanık olduğumuz bir toplumda yaşıyoruz. Ucu sonu belli olmayan, hikaye tohumunun yeşerebileceği geniş, ekilebilir alanlarımız hala var. Uzun süreli nadas dönemi bu elverişli alanları az da olsa çoraklaştırmış sanki. Söylemeliyim ki; bu alanlar yeni çiftçilerini bekliyorlar. Toprak var, gübre var ama tohumu atacak çiftçi cesaretsiz, güvensiz. Olana da destek yok. Basım ve dağıtım külfetinin çoğu kez yazar tarafından karşılandığını biliyorum. Ekip biçen çiftçinin hasadını yaptığı ürünü meccanen dağıttığı duruma benziyor bu. Ormanlarımız talan ediledursun, kağıdımız bile dışardan geliyor. Engeliydi, tekeliydi; bu durum, kapıları zorlamada caydırıcı unsur olarak yazar adaylarının önünü kesiyor.''
Nedense hikaye yazmanın zor olduğunu düşünmüşümdür hep. “Hikayeden” değilse tabi. Bununla beraber bu yazın sanatının okunma anlamında da bir kısmetsizliği var bana kalırsa. Bunu, takip edebildiğim kadarıyla okuyucu ilgisinden veya edebiyat eleştirmenlerinin yazılarından edindiğim izlenimlerime dayanarak söylüyorum. Bu öznel bir tespittir ancak sorgulamadan muaf değildir. Tespitim aynı zamanda bir çağrıyı da içeriyor; tüm yazım türlerinin mayası olan ‘hikaye’ ye dokunalım! Hikaye okuyalım!
Hikaye yazmanın zorluğunun nereden kaynaklandığına dair kendimce bir gerekçem de var elbette. Bir nevi; azla çok şey söyleyebilme sanatı olarak görüyor olmam gibi mesela. Bir paragrafla anlatılanı bir tek cümle ile daha yalın ve daha vurucu bir dille aktarabilme yeteneği. Üstelik o çok şeyi sayfaların cömert davranmadığı bir alana sığdırma becerisini göstererek yapabilmek.
Damıtık ve konsantre bir metin ortaya koyabilmek müthiş bir gözlemi gerektirir ilk önce. Kelimeler zihnin kadrajında resmi geçit yaparken onlardan en uygun olanlarını yakalayabilecek düzeyde bir zeka ve soyutlama yeteneğidir bu gözleme hayat verip, metin halinde kağıt üzerindeki dönüşümünü sağlayan. Büyük hikayecilerden öğrendiğimiz bu. Bu gözlem; öyle kuleden bakılarak yapılan değil, anlatılanın içinde yaşayarak, olayı tüm boyutlarıyla içselleştirip, doğaçlama ama gerek kurgu, gerek tema ve gerekse karakter tanımlamaları açısından üst düzey bir estetik bakışın nezaretinde kuvveden fiile uzanan yolculuğunu tamamlayan tarz ve kalitede olmalı. “Al eline kalemi yaz başına geleni” kalıbında değil. Gözlemler, imbikten geçirilip damıtmaya tabi tutulurken, yazarın bu estetik sanat anlayışı ile yeniden boyutlandırılarak anlam netleşir, okuma zevki artar.
Güzel, anlamlı, üzerinde düşünmeye değer, gizemli, sürpriz sonuçları olan ve açık veya örtük mesajlar veren hikayeleri okurken sanki usta bir ressamın yağlı boya tablosunu inceliyormuş hissine kapıldığım çok olmuştur. Bu özgünlüğü genele teşmil etme hadsizliğine düşecek değilim. Ama zaman zaman bu tarz bir yaklaşım içinde buluyorum kendimi. Tabloya bakarken, ressamın son fırça darbeleriyle, tabiri caizse o tablo için ayırdığı “son barutunu tüketip”, geri kaykılarak kafasını sağa sola yatırıp yaptığı son değişikliklerde kendi tatminini bulmuştur diye geçer aklımdan. Empresyonu tamamlayan o küçük darbeler çoğu kez tablo hakkında edindiğimiz fikre önemli katkılar sunar ve o ölçüde mesaj içerirler diye de bir hükme varırım kendimce. Bu düşüncemi bir basamak daha ileri taşıyarak şunu söyleyebiliyorum şimdilik; iyi bir ressam aynı zamanda iyi bir hikaye yazarı olabilir. Zira her tablo bir hikaye ve her güzel hikaye tuval üzerine düşmemiş bile olsa, görsel bir şölen de olabilir, bir trajedi de. Guernika örnek olsun!
Aynı denklemi iyi bir hikaye yazarı lehine kuramayacağım ne yazık ki. Resim yapabilmek için ne gözlem yeterli olabiliyor ne de ışığa ve renklere dans yaptırma becerisi. Resim yapabilmek için, iyi resim yapabilmek için birçok görünür olanın dışında, tarif etme güç ve formasyonunda olmadığım bir başka görünmez büyülü bileşene ihtiyaç vardır diyebilirim sadece. “Alaylı” Balaban’ da olan neyse o cinsten.
Bizde hikaye yazıcılığı bir nebze roman türünün gölgesinde kalmış gibi. Hikaye ile başlamak yeni yazanlar için sanki bir “alt kategori” kompleksine neden oluyormuş gibi yazılı olmayan zimmi bir durum var. Az öce yazdığım ressam- hikaye ilişkisini burada roman-hikaye için de söylemek mümkün: İyi bir hikaye yazamayan biri iyi bir roman yazamaz. Roman da bir hikaye veya hikayelerden oluşan bir edebi yapıttır. Roman yazarı sonsuz sayıda boş sayfaya sahiptir. Yeter ki olayları kendi soyutlama yeteneği ile harmanlayıp sunabilsin. Yolu uzundur, dolambaçlıdır, vadilerden tepelerden dolanır ama açıktır. O kıvrımlarda olup bitenler okuyucu üzerinde bir etki bırakmaktan uzaktırlar. Hikayeninki dolambaçlı değildir, kısadır, nettir. O yüzden hep göz önündedir. Ayrıca amaca varmanın “kısa yolu” dur da diyebiliyorum.
Sadece yazanlar açısından değil bu, okuyucu açısından da durum farklı değildir. Hikayeyi okuması okuyucu tarafında “iş edinmek” tarzında algılanmıyorsa, estetik bir beğeniye layık görülmüyorsa ve sadece “boş zaman” veya “bol zaman” doldurucusu olarak bakılıyorsa hikaye yazarlarının ve güzel hikayelerin sayısının artması da mümkün değildir. Kimseye haksızlık etmek istemem ama tahminden değil bir tespitten yola çıkarak bunu söylüyorum. Hikayelerin okuyucu ile buluşma oranı ne yazık ki sevindirici değildir. Aynı durum şiir için de geçerlidir. Sanırım melodimizi de kaybetmek üzereyiz!
Sanat eleştirmenleri için de bu noktada söylenecek çok şey var. Bir sanat eseri, bir roman, bir tiyatro oyunu, bir sinema filmi hakkında çokça değerlendirme veya eleştiri yazıları yazılır da, hikaye bu konuda öksüz muamelesi görür. Şiir de. Anladığım kadarıyla bu evveliyatından beri böyledir. Eğer, bir Ömer Seyfettin, bir Sebahattin Ali, bir Sait Faik ve sonrasında daha bir çok hikaye yazarımızın adları unutulmamış ve halen eserlerini zevkle okuyorsak bu sanat eleştirmenlerinin “marifetli” sunumlarından değil onların büyük olmalarındandır.
Martin Eden’ den şöyle bir söz hatırlıyorum; “Sanat ve edebiyat alanında bir baltaya sap olamayanlar eleştirmen olmuşlardır.” Çok açıktan mı almış, sınırsız bir genelleme mi, tartışılır ama bu alanın çok değerli olanları hem dışarda hem de bizde var, bu biliniyor. Anın kızgınlığı ile söylenmiş olduğunu düşünmek de anlamsız. Tespit çok doğrudur, belki genellemesi yerine oturmamış, amacın dışına taşmıştır ama yüzlerce örneğe bakarak bunu görmek mümkün.
Olağanüstü dinamizmine tanık olduğumuz bir toplumda yaşıyoruz. Ucu sonu belli olmayan, hikaye tohumunun yeşerebileceği geniş, ekilebilir alanlarımız hala var. Uzun süreli nadas dönemi bu elverişli alanları az da olsa çoraklaştırmış sanki. Söylemeliyim ki; bu alanlar yeni çiftçilerini bekliyorlar. Toprak var, gübre var ama tohumu atacak çiftçi cesaretsiz, güvensiz. Olana da destek yok. Basım ve dağıtım külfetinin çoğu kez yazar tarafından karşılandığını biliyorum. Ekip biçen çiftçinin hasadını yaptığı ürünü meccanen dağıttığı duruma benziyor bu. Ormanlarımız talan ediledursun, kağıdımız bile dışardan geliyor. Engeliydi, tekeliydi; bu durum, kapıları zorlamada caydırıcı unsur olarak yazar adaylarının önünü kesiyor.
Neyse ki biri daha bu engelleri aşıp bu tekellerin üzerinden atlayarak yeni ve taze bir soluklanma fırsatı verdi bize bu son düzlükte.
Ressam arkadaşım, sevgili kardeşim Çağlayan Efendioğlu Öz’ ün; “ÇAN” adlı hikaye kitabındaki altı hikayeyi okuduktan sonra bunları ve buraya yazmayacağım daha birçok şeyi düşündüm. Özetlemeye çalışacağım.
Çağlayan, hikayelerinin olay-tema ve atmosferini boyutlayabilmemize yardım anlamında şöyle bir mesaj veriyor bize; alın işte, kolay okunan ama zor hayatların çileli serüvenlerinden damıttığım, içlerinde kendinizi bulmakta zorlanmayacağınız altı hikaye koydum önünüze. Okuyun bulun bu hikayedeki, yaşamdaki yerinizi.
Okuyun diyor ve kendinizi bu hikayelerden birinin içine yerleştirin. Ya da bir kaçının. En azından okuma süresi boyunca. İsterseniz “buzdan kedi” olun. Ayağınız bir araba tekerinin altında kaldığında gelip geçenler; “amaaaan ne halin varsa gör” desinler umursamadan. İsterseniz o sarışın kadın.
İsterseniz “mihmandar”, isterseniz Toledo izbelerinde kendinizin olmayan bir davanın soruşturmasına tesadüfen kıyısına tutunduktan az bir zaman sonra ta göbeğine inerek, o korkuyu korkutan kadın. “Neden Toledo” diye sorabilirsiniz de. Ben de sordum. Öyle ya, Barcelona var, Madrid var, Kurtuba var. Sahi; ne güzeldir Lorca’ nın o şiiri: “… ay karanlık at kara/torbamda zeytin kara/ bilirim de yolları/ varamam Kurtuba’ya.” Var da var. Derler ki İspanya’ yı en iyi Toledo temsil eder. Öylemi dir, bilmiyorum. Keyfi, rastgele bir seçim de olabilir. Yazarımız hem ressam hem mimar ya. Umberto Eco’ nun “Gülün Adı” adlı romanındaki Vatikan labirentlerini çağrıştırdı bu Toledo macerası; gizemli, karanlık, iç içe.
Güven Park’ ta bir değnekçi veya bitirim kesiminden dolmuş şoförlüğüne ne dersiniz? Böyle bir kavgaya tanıklık etmeyen kaç kişi var. Değnekçi Sedat olmasa şu müesses nizamın bekasını kim sağlayacaktı, çok merak ediyorum. Nice olurdu halimiz. Kötü kötü tahminlerde bulunup, tahminlerinin tümü fos çıkan o “Azrail Teyze” nin pişkinliğine ne demeli peki? Kandırmış hepimizi! Belki acil hemşiresi bile değildir. Sanki az önce; “aha gitti adam, atar damara denk geldiyse kan akmaz hemen, sonra vişne şurubu gibi yayılır betonun üzerine” diyen o değil de bir başkasıydı. Bizden değil de, Rus romanlarından birinden fırlayıp buraya düşmüş bir karakter sanki. İnsanımız çok renkli. Maharet bu rengi yakalamakta. Çağlayan başarıyor.
Belki siz de mülteci olmuşsunuzdur. Bir yakınınız, tanıdığınız ya da. Çoluk çocuk doluşmadık mı el kapılarına? Yüzüstü bırakılıp dilencilik yapanlarımız da oldu, ekmek çalmak zorunda kalanlarımız da. Ya; toplama kamplarında, salatalık seçer gibi; “sen gel sen kal” misali kalanlardan hasret çukura gömdüklerimiz! Saklamayalım, oldu hepsi! Gitmek mi, kalmak mı ikilemi içinde kabuslarla boğuşmadık mı? Ne gidene “gitti” diyebildik, ne kalana “kaldı.” Neler kaybetti gidenler, kalanlar ne kazandı, bilenimiz var mı? Gördüğümüz o güzel rüya hangi acılarla sonlandı, hesap edebildik mi? Ne gidenin psikolojisini anlayabildik ne kalanın gerçekliğini. Gitmişseniz eğer, sizi bekleyenin ne olduğunun ayrımına varamadan bir tren kompartımanında yaşadığınız o korku dolu saatleri hatırlarsınız belki bu hikayeyi okuyarak, kim bilir? Kalmışsanız, gidenle aranızdaki nüansa bakıp bir empati yapabilirsiniz yine de. Halden anlayan yazarımıza onlar adına bir minnet de siz duyarsınız belki. Hoca Nasreddin damdan düşeni istemişti ıstırabını anlatmak için. “Bir şey” diyor bize yazar. Belki o da damdan düşmüştür, duyabilirsiniz sesini.
Bir dehliz tasavvur edin, aynen yaşamakta olduğumuz hayatlar gibi. Yüksek binalarla çevrili daracık sokaklarının bir birini kestiği ama hiçbir yere ulaşmadığı güvensiz bir dünyadayız. Her türlü kötülük gölgemiz olmuş. Ölüm ensemizde. Yazarın dikkat çektiği basit gibi görülen ama gündelik yaşamımızda ekseriyetimizin karşılaştığı bu kötülüğün kaynağını sorgulamaya davettir bu hikayenin özü. Benim anladığım yani. Dehliz mi arıyoruz; işte her gün geçtiğimiz sokağımız. Otobüs beklediğimiz duraklarımız farklı mı? İşyerimiz, evimiz bile.
Mattia Ahmet Minguzzi adı yabancı gelmemeli bu “DEHLİZ” adlı hikayeyi okuyana. Kadıköy’de, “Bit Pazarı” diye bilinen çarşıda, yakışıklı oluşunun yarattığı kıskançlık nedeniyle bıçaklandıktan sonra yaşam savaşını kaybeden on dört yaşındaki genç, Çağlayan’ ın o dehlizinden geçmekteydi işte. Hikayedeki Ela kız kurtarıldı ama Mattia Ahmet’ in ışığı söndü henüz bıyıkları bile terlemeden. Bu noktadayız ve dürtüklüyor bizi yazar. Tehlikeyi haber veriyor, uyanın diyor, kompartımandaki kıza anne babası için; “uyandır onları” der gibi. Aynı kaygı, aynı heyecanla. İşte hikaye, işte gerçek! Gerçeğin hikayesi ya da.
Belki bir nostaljinin iç çekişini tazeleyeceksiniz, kolu komşu ile bir yaz tatili. Malum, şimdilerde bu yok. Ve aradan yarım asır geçmesine rağmen o kaçak içilen kolalı votkanın tadı. Şimdi ne demeli Proust’ a? Sadece istemsizce, anıların tazelenmesi sonucu hissettiği o madlen kurabiye kokusu mu tetikledi üç bin sayfanın yazılmasını? Değil tabi. Katı bir geçmişin can sıkıcı otobiyografisi de değil. Yeniden deneyimleme hissinin derinleştirilmiş bellek kazısının nöroloji bilimine katkısı yadsınmış olur bu tarz bir yargıyla yaklaşılırsa. Derin duygusallığın, şiirsel metaforların, müziğin, resmin o arka plan hikayelerine yoğunlaşmadan bu soruya cevap vermek zordur. Aksi halde; “gerçek cennet unuttuklarımızdır” şeklindeki uyarısından bir şey anlamamış oluruz. “Cennet” ten anladığımız her neyse o manada tabi.
Belki de yazar, “yaşadıysanız eğer kıymetini bilin o yaz tatilinin” demek istedi. “Bakın” diyor içinde debelenip durduğumuz dünyaya. O tatil bir daha olamayacak asla! Herkesin herkesle savaşı zamanlarındayız. Kaba bir Darwinizmin yedeğinde yol alıyoruz. İlham kaynağımız Hobbes, gıdamız Steve Jobes! Dürtüyor bizi, yakamızdan tutup silkeliyor. İnatlaşmayın diyor, atın üzerinizdeki ölü toprağı ile doldurulmuş yorganlarınızı.
Kim söylemişti hatırlamıyorum, Dostoyevski olabilir; “gerçek çoğu zaman gerçek üstü gibi gelir insana.” Ya da mealen böyleydi. Ben Çağlayan’ın hikayelerinde bu gerçeğin ne denli ustaca verildiğini görüyorum. ”Yok canım, bu da olmaz” denecek bir şey yok. Hepsi hayatın ta kendisi. Kediye bakan da, onu terk eden de, unutup keyfine bakan da biz. Dehlizde tecavüze yeltenen de içimizde. Anlattım; İstanbul Kadıköy’ de olanlar işte! Şoförler hayatımızın önemli bir parçası. Yurdumuzdan uzak ellere gitmek zorunda kalmadık mı kaçak göçek yollardan. Geçmişine, gençliğine yanmayan babayiğitlere rastlayamıyoruz pek. Kırılan kolu yen içinde tuta tuta felç oldu artık, kıpırdamıyor bile. Son bir hamledir bu, son çığlık. “Munch’ a kulak ver” diyor.
Her biri bir başka yönden çarpıyor. Minik kedinin insanın sevgideki vefasızlığını o canlılıkta verebilmek ancak konuşma yeteneği olan bir kedi olmakla mümkün. Nasıl da tercüman oldu o miniğin duygularına. Jack London’ ın hikayelerini okuyup da hayvan sevmeyen var mı acaba bu dünyada. Okuyup da gözü yaşarmayan. Bırakalım merhem olmasını yaralarına o sarışının. Ne de yetenekli bir mütercimmiş. Ne güzel okudu iç dünyasını, ne kadar eksiksiz çevirdi “insan” diline. Diyalektik de biliyormuş bu mink. Doğa yasalarından da bihaber değilmiş: “Hep böyle yapar insanlar” demek istedi buzdan kedi. Hep giderler. Hep gittiler… Bırakıp giden o muydu, içindeki “öteki” mi? Ne önemi var. Zaten “öteki” yönlendirmiyor muydu onun dününü, önceki gününü. Ötekinin bencilliği. Sadece kendisi için sevmek. Sevmek de değil, moda haline gelmiş ve anlaşılması güç sahte bir acıma! En kötüsü de; “sen cicisin, sen iyisin, daha iyilerine layıksın” deyip gitmelerdir. “Ne olur, iyi bak kendine” demeler kadar hiçbir hançer kanatmaz. Anlar bunu kediler ve cümle kalanlar. Bu hikaye daha çoğunu da söylüyor. Bizim olmayan emanet hayatlar yaşıyoruz. Savruluyoruz, yerimizden ediliyoruz. Kedimiz belki de metafor, kendimizden koparılıyoruz. Bir çığlık dedim ya. Ama uyuşuk haldeyiz. Yarı ölü.
Hikayelerin yazım tekniği, teması, olay örgüsü ve sanat eleştirmenliği alanına giren herhangi bir özelliğinden bahsedecek değilim. Çünkü ben bu işin erbabı değil, sıradan bir okuyucuyum. Ben hikayeden aldığım lezzete bakarım, o da üst düzeydeydi. Fakat bir başka üst düzeylik de yazarımızın gözlemlerinde görüyorum. Karakterlerin kullandıkları dil hikayenin içinde devinenler için pürüzsüz bir ayna. Ve bu ayna Çağlayan’da. Öyle bir dil kullanmış ki, kendisi değil sanki herkes anlatıyor bu hikayeyi. İçindekiler de, okuyan okumayanlar da. Bu da başka güzel bir yan.
Hikayelerden edindiğim bir başka izlenimimi de yazarak bitirmek istiyorum. Sanki bu hikayeler, bir başka hikayelerle birlikte uzun süre yan yana, bir mahzende fermantasyona tabi tutulmuşlarda, aradan kura çekimiyle öncelik bunlara düşmüş. Diğer hikayelerin kokuları sinmiş üzerlerine. Onları da sabırsızlıkla bekliyoruz.
Okunmamışlar arasında kalmasınlar, vakit kısa!