''Kapitalizmin yeni bir “yıkıcı uyumu”nun, yeni bir dünya savaşının insanlığın ve doğanın mahfına yol açacağına dair işaretler yeterince mevcuttur. Hiç şüphe yok ki bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir felakete yol açacaktır. Başka türlü kendisini yeniden üretmesinin olasılığı da yok denecek kadar azdır''
Bu yazı 2001 de yazıldı.. Ancak günümüzün koşullarını dikkate aldığımızda, hem içerdiği öngörüler hem de devrimin, insanlığın kurtuluşu, yeni bir kölelik-barbarlık düzeninden kaçınabilmesi ve özgürleşmesi açısından ne kadar kaçınılmaz bir bir hal olduğunu teorik-felsefi bir düzlemde açıklıyor olması yazıyı güncel kılıyor..
**
Devrim ve Karşı-devrim*
Bütün Marksist teorik düşüncenin temeli olarak, ortaya atılan felsefi, tarihsel, kültürel ya da siyasal sorular bütünlüğünün birleştirici unsuru devrimdir.
Artık 1991-2001 aralığı, kapitalist sistem ve sistem karşıtı hareketler açısından tarihen ayırdedilebilir bir dönemdir. Bu dönemde, “reel” diye nitelenen sosyalizm deneyimi çökmüş, yeni bir alternatif ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Ama bu sorun, küreselleşmenin ve liberalizmin ideolojik iklimi içinde, post-modern ve post-Marksist eğilimlerle etkileşim alanında tartışıldı. Bu iklim, kapitalizmin demokratik gelişme perspektifine dair hayalleri de besliyordu. Sonuçta buradan Marksizmin yeniden-üretimi ve yeni bir sosyalist alternatif ortaya çıkmadı.
Ne var ki, küreselleşme sürecinin ilk yıkıcı sonuçları kısa sürede ortaya çıktı. Küreselleşme hızlandıkça bölünmeler, parçalanmalar, çelişkiler de artıyor. Küresel emperyalizmin Üçüncü Dünya’da derinleşen sömürüsü, yoksul halkların birikmiş öfkesinde patlamalara yol açıyor. ABD’ye yapılan saldırı ile yeni bir döneme geçiyoruz. Bu dönemin ana yönelimi dünya kapitalist sisteminin çözülme eğiliminin daha belirgin hale gelecek olmasıdır. Küreselleşmenin reforme edilebileceği hayalleri çöktü, milliyetçi eğilimler, dinsel motifli reaksiyoner eylemler sürece yön veren etkenler olmaya aday. Bu durum yeni teorik/politik sorunlar ortaya çıkaracak ve önceki dönemden devralınanlarla bir sorun yumağı oluşturacaktır. Üstelik, sistem-karşıtı bir politik strateji oluşturma ihtiyacı da zorunlu hale gelecektir. Zira “uluslararası terörizme karşı mücadele” konsepti burjuva demokrasisinin son kalıntılarını da ortadan kaldırma eğiliminde. Bu, sınıf mücadelesinin şiddetleneceğinin açık ilanı olarak da kavranmalıdır.
BİR DEVRİM SİLAHI OLARAK FELSEFE
Bu koşullarda bütün teorik ve politik sorunları nasıl bir yaklaşımla çözebiliriz? Bu ancak bir devrim perspektifi ile mümkündür. Zira bütün Marksist teorik düşüncenin temeli olarak, ortaya atılan felsefi, tarihsel, kültürel ya da siyasal sorular bütünlüğünün birleştirici unsuru devrimdir.
Ancak tarihsel maddeciliği olasılıkçı (probabilist) bir determinizmle yeniden yorumlamak gerekiyor. Neden gerekiyor? Bu teoriyi aydınlanmacı tarihsel ilerleyiş mitinden arındırmak, tarihsel zamanla şimdiki zamanı, ya da ardışık (çizgisel) zamanla eşzamanlılığı birleştirmek ve nihayet tarih bilinciyle devrim perspektifi arasında mantıksal bağı yeniden kurmak için. Bu, Marksist felsefenin hem bilim, hem de siyasetle ilişkisi sorunudur. Bir yanda büyük bilimsel-teorik dönüşümlerin felsefeyi yeniden düzenleme gereğini doğurması, öte yanda dünya görüşlerinin, ideolojilerin (post-akımların) teori alanına felsefe yoluyla yansıması gerçeği var. Bu gerçek, Althusser’in “Felsefe teori alanındaki sınıf kavgasıdır”1 sözünü bir kez daha doğrularken, felsefesiz siyasetin tıkandığı bu kritik eşikte bir “devrim silahı” olarak felsefeyi gündemleştirmeyi önümüze koyuyor.
Marksizmin yeniden-üretiminden anlamamız gereken budur ve onun potansiyelleri bu yaratıcılığa fazlasıyla elvermektedir. Sermayenin, üretim sürecinin, üretim ilişkilerinin, dolayısıyla, sınıf mücadelesinin küresel bir bağlam kazandığı günümüzde bu kaçınılmazdır. Tarih ve devrim anlayışımızı prodeterminist (olasılıkçı dederminist) bir mantıkla temellendirebilir ve onun kavramlarıyla anlamlandırabiliriz. Üstelik kuantum teorisindeki belirsizlik (ya da kesinsizlik) ilkesi ve kaos analizleri, geleneksel gerçeklik tasarımlarını altüst etmekle böyle bir mantığı mümkün ve gerekli kılmaktadır.
Kesinsizlik ilkesi’nin idealist yorumu, post-modern teori ve siyasete felsefi temel teşkil eden indeterminizme (belirlenmezciliğe) açılırken, maddeci yorumu ise olasılıkçı bir nedenselliğe ve total şimdideş olan olayları zaman enlemi kavramı altında yapılandırmaya imkan tanıyor. Bu kavram, Althusser’in geliştirdiği eklemlenme kavramı ile biçimsel olarak özdeş; ama onun içeriğini derinleştiriyor. Bütün bu teorik çerçeve bize bir geçiş teorisinin öncüllerini verebilir, ya da –zamanın yapılandırılması anlamında– diyalektiğin devrimci bir kavranışını.
GEÇİŞ TEORİSİNİN BAŞLANGIÇLARI
Bir üretim tarzının bozulması, kendi kendisiyle özdeşleşememesi, ancak bir başka üretim tarzının koşullarını yaratır, onun zorunluluğunu değil. Zorunluluk, aslında, iktisadi yapıdan çok daha karmaşık, toplumsalın bütünü içinden, yani ideolojik, politik, ekonomik bütünün dönüşüm şartları içinden, kesinlik olarak değil, nesnel bir imkan olarak doğar. Dolayısıyla, kapitalist üretim tarzının krizi, siyasal ve ideolojik şartların da yan yana gelmesiyledir ki, kapitalizmin yerine sosyalist üretim tarzının geçiş şartlarının bütününü yaratır. “Şartların bütünü” demek, bu yapılara ilişkin çelişmelerin belirli bir momentte, belirli bir biçimde kaynaşması veya toplumsal kuruluşun ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel düzeylerinin ve bunların çelişmelerinin özgül bir eklemlenmesi demektir.
Eklemlenme, zaman kavramı açısından senkronik nitelikli olduğundan, “zaman enlemi” olarak da kavramsallaştırılabilir: potansiyel bütün veya olanaklar eğrisi anlamında. Bu kavram, durağan sınıflandırmalardan çok, içiçe girmiş dinamik ilişki, bağlantı, oluşum süreçlerini ifade eder, yani çelişkinin doğasını belirleyen bir işlev görür. Zira bir yapının bütünle eklemlenme ilişkisi, ötekilerin etkileri ve işlevleri ile bağımlı olarak açıklanabilir. Bu bağımlılık yapıyı ötekilerle ve bütünle gerilimli kılar. Bu da onun çelişkisini ifade eder. Böylece belirlenim tek-nedenli değil, çoklu ve karşıklıklı bir belirlenim olur. Bu çoklu-belirlenim içinde bütünü oluşturan tüm elemanlar total bir davranışa yol açarlar. Althusser’in üstbelirlenim dediği şey, bu total davranışın kendisidir.
Zaman enlemi** ya da zamanın yüzeyi, sistemin şimdiki an'a yayılımı veya “kesit” (mesela küreselleşme) diye adlandırdığımız durumdur. Çelişki açısından baktığımızda, hangi düzeyden baktığımıza bağlı olarak (üretici güçler-üretim ilişkileri, yönetenler-yönetilenler, sömürenler-sömürülenler, vb. gibi risk-güvence ilişkileri) biçimi değişen örgütlü ikili bir yapı olarak kavramlaştırmak mümkündür. Yani zamanın enlemi amorf bir dağılım içinde değildir, düzen/düzensizlik eğilimlerinin belirlediği kutupsallığa göre dağılım içeren bir iç-geometrisi vardır. Bu iç-geometri, risk ve güvence faktörleri gibi iki temel tutumun zaman enlemi üzerindeki dağılımlarının birbirlerini dışlayarak tamamladıkları (eşitsiz ve bileşik gelişme yasası gibi) örgütsel formdur. Bu faktörler olasılık kümeleri olarak birbirinin diyalektik karşıtı, bütünün içinde birbirini dışlayan eğilimlerdir. Zaman enlemi içinde birbirleriyle dolaysız ilişkiye girdiklerinde, yani karşıt kümelerden her biri öteki için risk olmaklığı tehlike düzeyine sıçrattığında ve her biri ötekine karşı güvence oluşturmak (özdeşliğini veya aynen varkalma yeteneğini korumak) için, her bir temel sınıfın öteki karşısında hegemonya mücadelesine giriştiği momentler gibi, karşıt yönlerdeki niteliklerini (karşıt olasılık dalgaları olarak ortaya çıkan özgürlük, eşitlik ile egemen sınıfın tahakküm, barbarlık, faşizm gibi eğilimleri) dile getiren, kristalize eden dikey bir kopuşa uğrarlar. Bu olanaklardan yalnızca biri ötekine karşı gerçekleşebileceğinden birbirlerini ötelemek zorundadırlar. Bu öteleme, vukubulma anı yaklaştıkça kutupsallığa ve dikey bir kopuşa yol açar. Bu kutuplar ki, bütün'ün belirli bir momentteki aktüel temsilcisini belirler.
Devrim ve karşı-devrim, böyle bir dikey kopuşun yaşandığı ve temsilcilerden birinin fiilileştiği momenttir. Ancak bu tür bir kopuş, sistemin şimdiki anını betimlemiyor. Eşitsiz ve bileşik gelişme yasası ve Lenin’in “zayıf halka” teorisi çerçevesinde küresel bir devrimin nesnel imkanları doğmuş olmakla birlikte, sistem, devrim ve karşı-devrim gibi iki karşıt imkanın oluşturduğu bir ikilem karşısında değildir henüz. Buna karşın kapitalist sistem, yeni dünya düzeni ve küreselleşmeyle birlikte dengeden-uzak bir konuma gelmiştir. Denge-dışı durumlar ise kendi içsel aktivitelerinden meydana gelen dalgalanmalara yol açmakta ve sistem bu dalgalanmalara karşı duyarlı hale gelmektedir. Sözgelimi, dünya finans sisteminin göbeğine yerleşen ve 2 trilyon doları kontrol eden güçler, kapitalizmin geleneksel yasallığına aykırı olarak özerkleşmektedirler. Bu özerkleşme ekonominin legal ve mafya ekonomisi olarak ikileşmesine yol açıyor. Böylece, her sistemin gösterdiği ardışıklık davranışı ya da deterministik gelişme durumundan rasgele dalgalanmaların denetimine girmekte ve düzen ve kaos arası ya da zorunluluk ve rasgelelik karışımı bir evreye geçmektedir. Bu rasgelelik, sistemin başlangıç ya da standart şartları açısından baktığımızda, denge durumuna özgü “normal” ve kararlı davranışlardan farklı yeni davranışlara ve sonuç olarak geri-dönüşsüz (tersinmez) bir evrime yol açmaktadır. Emperyalizmin kalelerine yapılan saldırı, böyle bir evrimi ivmelendirmeye aday gözüküyor.
Elbette ki dengeden-uzaklaşma’yı tek başına bu gelişme açıklamaz. Dengeden-uzaklaşma, sistemin davranışlarının çıkarsandığı evrensel nitelikli yasaların bozunumu anlamına gelir. Marksist iktisadi analiz açısından kapitalist sistemin temel hareket yasaları, sermaye birikiminin yasalarıdır ve sermaye birikimi de meta, değer ve artı-değer üretiminden kaynaklanır. Bozunum değer yasasının yozlaşmasından uç vermektedir. Bir yazımızda2 değerin ardışık ilerlemeden çok senkronik (yanyana) bir çoğalma eğilimine girdiğini, kendi genetik koduna yabancılaşmakta olduğunu ve böylece ardışık ilerlemenin (metalaşmanın) maksimal düzeye vardığını anlatmış ve bunun sermaye ve emek, kullanım değeri ve değişim değeri ilişkilerinde niteliksel farklılaşmalara yol açtığına dikkat çekmiştik. Gri alanların çoğalmasından ve sermayenin görece mafiyöz ilişkilerin denetimine geçmesinden söz etmiştik. Dengeden uzaklaşma evriminin bunlarla başladığını söyleyebiliriz.
Eğer küreselleşme, hem sistemin kendini tamamladığı bir periyod, hem de kendinden saptığı aperiyodik (karmaşık) bir eşikse, önümüzdeki dönem böyle bir aperiyodik katlanmaya maruzdur. Yani küreselleşme, tüm olanaklarını tekrar tekrar normladıkça kendine yabancılaşmasının limitine ulaşan, böylece kendini değiştirerek yeniden üretme yeteneğini yitiren her sistemde olduğu gibi, kapitalist sistemin kritik eşiğini oluşturmaktadır. Bu tür bir katlanma nitel bir periyod katlanmasından kopuştur. Bunun ardışıklık kazanması, yine ardarda giden çatallaşmaları doğuracaktır. Dünyanın en zengin ülkesi ABD’nin en yoksul ülke Afganistan’a saldırısını izleyecek güç dengelerindeki değişimler, dünya sisteminde yeni restorasyon politikaları, kuvvetle muhtemeldir ki, zengin-yoksul ayrımına dayanan bir çatallaşmaya doğru gidecektir. Çatalaşma noktasına gelen bir sistem iki olasılıktan birini seçme durumuna gelir. İşte burada indirgenemez bir raslantısallık var. Doğal sistemlerden farklı olarak, toplumsal bir sistemde irade belirleyici bir rol oynar. Buraya yeniden döneceğiz.
KAPİTALİZMİN “UZUN DALGALARI”
Dünya kapitalist sisteminin son 25 yıllık kriz patlamaları, daha kısa zaman aralıklarında gerçekleşiyor olması bakımından, önceki dönemlerden ayrılır. Bu durum Troçki ve Mandel’in geliştirdiği “kapitalizmin uzun gelişme dalgaları” olarak bilinen teorik çözümleme kavramını yanlışlamaz. Çünkü Marksist uzun dalgalar teorisi, kapitalist üretim tarzının bütün tarihinin ayırdedilebilir niteliklere sahip parçalarını temsil eder. Yalnızca iktisadi faktörleri değil, sınıf güçleri dengesinde meydana gelen değişiklikleri, ciddi sınıf mücadelelerini, savaşları bu faktörlerle bütünleşik olarak içerir. Yani iktisadi faktörler ve sosyo-politik, ideolojik süreçler, birbirini karşılıklı olarak belirleyen (DNA molekülünün yapı modeli gibi) ikili-sarmal oluştururlar. Bundan ötürüdür ki süreleri düzensizdir. Ama sermayeyi, “içinde cisimlendirilmesi gereken somut toplumsal, siyasal ve insani güçlerden soyunduran”3 Kondratiyef’in simetrik periyodları, içinde bulunduğumuz kritik eşiğin verileri tarafından geçersiz kılınmaktadır. Çünkü bu eşik, dalga boylarının kısaldığı ve zaman aralıklarının daraldığı bir geçiş özelliği taşıyor. Sovyetler Birliği.’nin çöküşüyle, ABD’nin siyasal ve askeri hegemonyasını “yeni dünya düzeni” adı altında ilan ettiği son on yıllık süreçte bu zaman aralıklarının daralmakta olduğu gözlemlenebilir. Diyebiliriz ki bu çöküş, beklenenin aksine, sistemi kararsız davranışlara, dengeden-uzak duruma iten başat bir etken olmuştur. Yeni bir genişleme dalgasının temel bir faktörü olmak bir yana, kapitalist sistemde uzun bir dönem boyunca bastırılmış iç çelişkilerin şiddetli bir patlamasına yol açmıştır. Bu aynı zamanda kapitalizmin coğrafi yayılmasının onun için gerçek bir imkan olmadığı anlamına gelir. Aşırı birikim sorununun ortaya çıktığı mekan genişledikçe–sermaye ve emek fazlasının emilmesi anlamına gelen coğrafi yayılma bu soruna ancak kısa dönemli bir çözüm olmaktadır.
Kimi “Marksist”lerin de diline dolanan, “Kapitalizm kendini yenileme yeteneğine sahiptir,” söylemi ideolojik bir çarpıtmadır. Kapitalizm, teknolojik yenilenme, rekabet ve örgütlenme bakımından kaçınılmaz olarak dinamiktir, bu doğru. “Ama yenilikçi girişimcinin efsaneleştirilmiş yetenekleri sayesinde değil, rekabetin zorlayıcı yasaları ve kapitalizme içkin olan sınıf mücadelesinin koşulları dolayısıyla.”4 Üstelik bu yeteneğin ağır toplumsal ve insani bedelleri var. 1920 ve 1930’larda duraklama krizini aşmak için gösterdiği yetenek faşizmi, Hiroşima ile noktalanan İkinci Dünya Savaşının yıkımını kapsamıştır. Yeni bir genişleme yaratma karşılığında insanlığın ödediği bedeldir bu. Sürekli yeniliklerin sonucu, geçmiş yatırımların ve emek vasıflarının değersizleşmesi, hatta yok edilmesidir. Yenilik istikrarsızlığı ve güvencesizliği keskinleştirmekte, toplumsal ve siyasal uyuşmazlıkları, çelişkileri kritik bir noktaya doğru büyük ölçüde besleyerek sonunda kapitalizmin çöküşünü hızlandıran itici güçlerden biri olmaktadır.
Öyle görünüyor ki, 1990’larda başlayan yeni genişleme dalgası, 1930 ve 40’lı yıllarla ölçülemeyecek derecede daha pahalı olacaktır. Kapitalizmin yeni bir “yıkıcı uyumu”nun, yeni bir dünya savaşının insanlığın ve doğanın mahfına yol açacağına dair işaretler yeterince mevcuttur. Hiç şüphe yok ki bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir felakete yol açacaktır. Başka türlü kendisini yeniden üretmesinin olasılığı da yok denecek kadar azdır.
HER ŞEY SON SINIRINDA
Dünya bir geçiş dönemi yaşıyor. Ama bu dönem yalnızca dünya kapitalizminin krizi ve krizi ithal eden reel sosyalizmin çöküşü ile karakterize edilemez.
1. Bu geçiş döneminin asıl karakteristiği, burjuva toplumsal formasyonun, dolayısiyle Batı uygarlığının da krizde oluşudur. Burjuva toplumu kendini yeniden üretme potansiyellerinin sınırına vardı. Batı uygarlığı tarihin genel fonksiyonu olma konumunu yitiriyor. Reel sosyalizmin çöküşü bu gerçeği daha da somutlaştırdı. Zira bu modelin eleştirisi, giderek Batı akılcılığını da kapsadı. İnsani özgürleşmeyi dışlayan araçsal aklın egemenliğinde bir toplum tasarımı ve siyaset felsefesi ikisinin de ortak paydası oldu. Sanayileşme ve teknolojik ilerlemeleri gelişmenin itici güçleri olarak almışlar ve özgürlükleri bu tarz bir gelişmeye feda emişlerdi. Bu bakımdan Doğu’da çöken aslında Batı akılcılığı oldu. Çünkü Marx’ın düşüncesi ve pratikte Ekim Devrimi’nin kapitalist uygarlıktan kopma girişimi, üretici güçlerin gelişmesininin –tarihsel koşulların da zorlamasıyla– sosyalizmin inşasında temel öncelik olarak alınması ile kesintiye uğrarken, Stalinist “tek ülkede sosyalizm” tezi doğrultusunda Batının tipik ilerleme teorisine uygun adım hareket edildi.
2. Burjuva toplumu aslında üç egemenlik tarzına dayanır. Ama Marksistler, genellikle birine, sınıfsal egemenliğe vurgu yaptılar. Oysa doğa ve kadın üzerindeki özgül egemenlik tarzları da bu toplum yapısını belirleyen evrensel niteliklerdi. Sosyalizm deneyinin yenilgisinde burjuva toplumunu bu bütünsellik içinde kavrayamamanın da payı var. Tarih boyunca insan aklını yoğurup biçimlendiren bir egemenlik tarzı olarak ataerkilliğin parçalanması gözle görülür bir olgudur. Bu yüzden düşünme tarzımızı ve gerçeklik kavrayışımızı görece değiştiren feminist hareket, kuşkusuz evrimimizi de derinden etkileyecektir.
3. Öte yandan, sanayi çağını belirleyen geleneksel enerji biçimlerinin tükenmekte oluşu sistemin tüm yapılarını sarsmakta, radikal değişimleri, yeni enerji arayışlarını gündeme sokarken savaşları da kızıştırmaktadır. Teknoloji ise, insanların içinde yaşadığı doğal, organik çevreyi basitleştirmiş, yapay bir çevreye dönüştürmüştür. Batı uygarlığının egemenliği altında, biyolojik ve ekolojik tabanımızla kopukluğumuz geçmişteki herhangi bir uygarlıkla kopukluktan daha büyük. Nükleer felaketi sürekli tehdidi yanısıra ekolojik dengenin bozulması, küresel ısınma tüm canlılığı yokolma riski ile karşı karşıya bırakan kapitalist aklın doğa üzerindeki egemenliğinin yıkılmasını yaşamsal bir soruna indirgemiştir.
Bütün bu geçişlerin sınıf mücadeleleriyle eşzamanlı konuma gelişi, yalnızca burjuva egemenliğinin değil, tüm Batı uygarlığının da tükenişine işaret ediyor. Bugün için sınıf savaşımının gerilemiş olmasında –reel sosyalizmin çöküşü ve sermayenin küresel saldırısı yanısıra– öteki egemenlik tarzlarına özgü savaşımlarla eklemlenme tarzının, nihayet yeni bir gelecek tasarımının henüz belirginleşmemiş oluşunun payı var. Dolayısıyla, yeni bir siyaset tarzı ve yeni bir gelecek tasarımı, bu eklemlenmeyi inşa etmekle de ilgili.
Ancak bu geçiş evresinde bir aşkınlık ögesi, yani varolanı aşma özelliği henüz belirgin değil. Bu yüzdendir ki değerin, yanyana, kanserli bir hücre gibi çoğalması bütün parametrelere bulaşarak kültürel ve sosyal davranışlarda aynileşmeye yol açması ve böylece insanı giderek “suret”e dönüştürme eğilimi, insan bilincini yıkıma sürükleyebilecek gerçek bir tehlikedir. Zira bilinç, farklılığın olduğu yerde vardır; birbirinden farklı öznel varlıklar arasında bu farklılığın bir yönü olarak ortaya çıkar, farklı olanın bizdeki yokluğunun farkındalığı olarak. Yani bilinç, öznelerarası alanda, toplumsal ilişkiler içinde gelişen kişinin kendi kendini dönüştüren faaliyetlerinden doğar. Ama bu faaliyetlerden bilincin ürettiği içerikler olarak tinselliğin yıkımı, farklılıkların ortadan kalkması olarak aynileşme, bilinci körelten, giderek yokeden eğilimlerdir. Yabancılaşmanın bu yeni içeriği, bireyi, öznelliğini umursamazlığa iterek, kapitalist üretim sürecinin yeni biçimlenişinde çalışanların sermayeye artan bağımlılığı, çaresizliği, gelecek umudunun yokolmasının yanısıra sermaye kontrolündeki medya vasıtasıyla da özerk muhakeme yetisini körelterek, doğal davranışların yerine yapay modeller geçirerek kendi öznelliğinden soyutlamakta, sonuçta onun muhalif potansiyelini yoketmektedir. Burjuva kültürü ve alt-kültürlerindeki akıldışı ve anti-hümanist “değer”lerin nesnel işlevi, insanların zihinlerini, barbarlık dalgasını en azından edilgen bir hoşgörüyle karşılamaya hazırlamaktır. Bu ise, bireysel ve sınıfsal konumlarıyla onları köleleştirilmeye uygun hale getirmektedir. Özgürleşmenin olanaklarının geliştiği ve çoğaldığı bir yerde, eğer bu imkanı gerçekleştirmek için bir irade özgürlüğü, bir başkaldırı eğilimi ortaya çıkmıyorsa, köleleşmek bir sistem olarak da kaçınılmaz olur.
Geçiş döneminin ana eğilimi bir tümceyle ifade edilebilirse şu söylenebilir: Tüm yapıların, değerlerin içerikleri boşalıyor; her şey son sınırında!
Post-modernizmin betimlediği durum budur: belirlilikten belirsizliğe geçiş veya belirsizlik durumu. Sistemin tüm içerikleriyle kendini özdeşleme yeteneğini (anlamını) yitirdiği, kendi özniteliklerinden (kimliğinden) saparak belirsizliğe düştüğü tarihsel bir an. Yani burjuva toplumsal formasyonu, fonksiyonelliğinin ya da kalıcılık olasılığının doruğundan aşağıya, çöküşe doğru ilerliyor.
TARİHİN SONU’NDAN TARİHİN DİRİLİŞİNE
Gerçekten de kendini gerçekleştiren kapitalizm, küreselleşme ile birlikte, büyük bir sel gibi, insanlığın yarattığı bütün değerleri, insanı ve doğayı felakete sürüklemektedir. Ama sosyalizmin belli bir süre alternatiflik konumunu yitirmesi onun tarih-dışı kaldığı anlamına gelmiyor, yalnızca virtüelliğe itilmiş oluyor. Ve virtüel (fiilileşmek üzere bekleşen) alternatifler de düştükleri çelişki ve arızalarla dönüşürler, yeni bir çatışmayı, yeni bir dönemi başlatmak üzere kendilerini yeniden üretirler. Üretiyorlar da. Sosyalizm, alternatif olarak yeniden gelişiyor. Kapitalist küreselleşme karşıtı hareket, virtüel gerçeklikten kopup gelen devrimci bir dalga olarak yükseliyor.
Bütün bu nedenlerledir ki, bir çağdönümünün eşiğindeyiz. Bu eşikte kapitalizm-sonrasının belirsizliği –tarihi bu durum’da sonlayan post-modernizmin tersine– giderek şu temel ikilemle belirliliğe dönüşüyor: Sosyalizm mi barbarlık mı? Bunu devrim ve karşı-devrimin olasılık dalgalarının şiddeti belirleyecek.
İradi müdahale veya insanın bilinçli eylemi bu tarihsel anda önceki uğraklardan farklı olarak çok daha belirleyici olmak zorundadır; toplumsal evrimin yozlaşmasına karşı devrimci bir irade oluşturarak. Bu, evrimin özerk doğası açısından zorunlu değil elbette, ama insanlığın bekası açısından zorunluluk. Ancak bu tür bir zorunluluk, “sosyalizm kapitalizmi zorunlu olarak takip eder” gibi bir anlayışla karıştırılmamalıdır. Kapitalist sistemde nesnel çelişkiler varolduğu sürece ve bu çelişkiler işçi sınıfının, çalışanların nesnel çıkarlarına denk düştüğü içindir ki sosyalizm gerçek bir imkandır, bu kadar. Bundan ötesi öznel iradenin işidir, onun bu imkanı gerçekleştirme bilinci ve gücüne, kapitalizmin aşılmasının tarihsel gecikmesi’ni yeni tip bir köleci düzene evrilme tehlikesini farketmesine bağlıdır.
Kapitalizm bir yandan, gelişmiş ülkelerde insanların yaşamdan beklentilerini kat be kat artırarak, böylece onları doyumsuzlaştırıp gerçekte yaşamlarını anlamsızlaştırırken, öte yandan yoksul ülkelerde fiziksel acılara, açlığa, savaşlara, gelir dağılımında uçurumlara, doğal yaşamda tahribata yol açmıştır. İçinde bulunduğumuz dönüm noktası, barbarlık ve özgürlük eğilimlerini bir arada içeriyor. Yeni teknoloji biçimleri hayatı hem zenginleştirmenin ve kolaylaştırmanın potansiyellerini, hem de tahrip etmenin, insanlıkdışılaştırmanın araçlarını sağlamaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri bütün toplumsal ilişkilere yayılmış ve bu ilişkiler tümüyle kâr için üretimin mantığına bağımlı hale gelmiştir. Kapitalist üretimin bu her yere nüfuz edişi, toplumu durmaksızın yeni ihtiyaçların yaratıldığı ve gittikçe daha fazla insan emeği ürününün metaya çevrildiği geniş bir pazara dönüştürmüştür. Her şey paranın etkisinin ve meta üretiminin alanına taşınmıştır. Burjuva toplumunun bireyi, salt bir işgücü satıcısı olarak değil, artık diğer pek çok toplumsal ilişkiye katılışı (kültür, boş zaman, sağlık, eğitim, cinsellik) yoluyla sermayeye bağımlı hale gelmiştir. Kapitalist ilişkilerden kurtulan hiç bir bireysel veya kollektif yaşam alanı yok gibidir. Estetikten ve planlamadan yoksun, tarihsel dokuyu yokeden kentleşmeyle, nevrotikleşen yaşama tarzıyla, kent-rantının paylaşımına tabi hale gelen yerel yönetim politikalarıyla kentler kapitalist işgal altındadır.
İNSANLIĞIN KURTULUŞU İÇİN DEVRİM ZORUNLUDUR
Durum tam da Benjamin’in öngördüğü gibi: “Metalar krallığında, insanlık mahkum olarak boy göster(mektedir).” Ama Marx’ın, kapitalizme dair yüz elli yıl önceki öngörüsü bir kez daha doğrulanmaktadır: (Kapitalizm) “bir yandan ihtiyaçların ve onları tatmin edecek araçların karmaşıklaşmasını, öte yandan da hayvanca bir barbarlaşmayı, ihtiyaçların ham, soyut, en üst dereceden bir basitleşmesini yaratır.”5
Eğer sosyal, siyasal, kültürel, vb. süreçlere insani özgürlük doğrultusunda müdahale edilmezse barbarlığa sürüklenmek kaçınılmaz olacaktır. Kapitalizm altında varolan biçimiyle teknolojik ilerleme, devrimci bir kesinti olmadıkça insanlığın geleceği tehdit altındadır. Teknoloji, 3. Enternasyonal çizgisinde içerilmiş olduğu gibi, onun pozitivist eğiliminin de bir göstergesi olarak, saf bir olgu değil, esasen kapitalizm tarafından belirlenen tarihsel bir süreç. Her şeyden çok, savaşın teknik anlamda mükemmelleştirilmesine hizmet etmekte. Askeri teknolojinin vardığı öldürücü boyutlar bunun örneğidir. Dolayısiyle devrim, bu ikinci anlamda bir zorunluluktur, yani evrimi doğurtmak gerekiyor. “Devrim tarihin ebesidir” deyişinden anlamamız gereken budur. Çünkü sözkonusu olan insanlığın kurtuluşudur. Bu yüzden devrim, bir sağlık belirtisidir; doğadan koparılmış insan varoluşunu yok olmaktan kurtaran, onu yok olma koşullarından çıkarıp yeniden varoluşma imkanlarına kavuşturan, böylece toplumsal gerçekliğin kendisini de yeni bir ortama oturtan bir oluşum. Ama devrim, varolanın iyileştirilmesi ya da ilerlemeci evrimin birikerek çoğalan sonucu değil, kapitalizmin yıkıcı yaratıcılığına karşı, yaratıcı bir yıkım, “tarihsel sürekliliğin bir infilakı” (Benjamin) ve bütünüyle yeni bir başlangıçtır.
TARİHSEL ÖZNE
Gerçek yaşamda bu olanağı temsil edenlerin bunu bilince çıkarması, olanağın fiilileşmesi için gerekli dinamizmi ve örgütlülüğü göstermesi gerekir. “Tarihin sunduğu fırsat”tan anlaşılması gereken budur; yani fırsat, olanağın gerçekleşmeye geldiği momenti temsil eder: eğer momente uygun dinamizm ve örgütlülük niteliği ve düzeyi tutturulursa. Örgütlülük, içeriklerin biraradalık biçimidir ki, bundan öncelikle alternatif bir toplumsal modeli anlamak gerekir. Devrim anında fiilileşecek olan bu biçimdir. Bu moment, gerçekliğin şu anki fiili durumunu (tarihsel mevcudu) açıklayan ve bir an ya da süre sonra dönüşeceği durumu (geleceği) öngören teori ile davranışı, eylemi temsil eden pratiğin çakıştığı an’dır. Ya da virtüel gerçeklik (teorik içerik) ile pratik (aktüel) biçimin çakışması. Maddeci diyalektiğin anlamı budur. Ama bu çakışma kendiliğinden olmaz, bir dolayıma ihtiyaç duyar. İşte iradi müdahale ya da “tarihsel özne” kavramı bu noktada anlam kazanır. Çünkü, geleceği (teoriyi) bugüne indirgeyen, bu anlamda onu belirleyen, koşullayan tarihsel öznedir. Zira farklı nesnel imkanlar arasında seçim yapmak, bilinçli insanların eylemine bağlıdır. Rosa Luxemburg’un, Junius Broşürü’ndeki ünlü sözü: “ya sosyalizm ya barbarlık”, sosyalizmin bu anlamda nesnel bir imkan olduğu yolundadır. Dolayısiyle, Reform ve Devrim’deki, “sosyalizm ekonomik zorunluluktan çıktı” şeklindeki mantıktan bir kopuştur.
Tarihsel özne sözkonusu olduğunda, işçi sınıfının tarihsel rolü ve yeni toplumsal hareketlerin bu rolle ilişkilendirilmesi bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bu özellikle Laclau gibi post-Marksistlerin tartıştığı bir sorun. Onlar işçi sınıfının merkezi rolünü inkar etmektedirler. Marksist teorinin aşırı mekanistik tek-nedenli yorumlarını reddetmeleri onları, nedenselliğin bütününü inkara yöneltti. Tek-nedenli yorumlar anti-kapitalist politikayı ayrıcalıklı kılarken, bir ittifak içerisinde emek ve sınıf politikasını da ayrıcalıklı olarak dayatıyordu. Bu, pratikte, diğer hareketlerin sınıf hareketinin egemenliğine tabi olmaları demekti. Yani sözkonusu olan hegemonya mantığı değil, egemenlik mantığı idi. Oysa, erkek egemenliği, ırkçılık, çevre, vb.’den türeyen dinamikler sınıfsal baskı ve sömürüye indirgenemez ve sömürüye dayalı olmayan toplumsal ilişkilerin kurulmasıyla otomatik olarak ortadan kalkmazlar. Batı’da, savaş sonrası dönemde, yeni metalaşma, bürokratikleşme ve homojenleşme süreçlerinin kapitalist ilişkilerin toplumsal ve kişisel hayatı gittikçe daha fazla kapsaması sonucunu vermesi, yanısıra medyanın dallanıp budaklanması, refah devleti uygulamaları toplumsal ilişkilerin gitgide politikleşmesine yol açtı ve bunlar yeni toplumsal hareketlerde dışa vurulan yeni direniş biçimleri yarattı. Bu durum, klasik politika anlayışının haklı olarak reddini kolaylaştırırken, post-Marksistleri, her şeyin eşit bir yapısal ağırlığı olduğu düşüncesine dayanan bir çoğulculuğa götürdü. Buna göre işçi sınıfı ve yeni toplumsal hareketler kapitalizme karşı mücadelede eşit ağırlıklara veya rollere sahiptirler. Birincisi, böylece yeni toplumsal hareketlerin rollerini ve güçlerini abartırken, aynı zamanda ve esas olarak, tahakküm ve baskının kilit bölgelerini (devleti, artı-değer üretimi ve sömürüsünü) özgülleştirmekten aciz kalırlar. İkincisi, bu tür hareketlerin yapısının da kapitalist koşullar tarafından belirlendiğini gözardı etmektedirler. Örneğin, kadınlar, hem erkekler hem de kapitalizm tarafından ezilir; bu nedenle kadınların tabi kılınmasına karşı mücadele ile anti-kapitalist mücadele arasında nesnel bağlantılar vardır.
Belli ki sözkonusu olan tek tür (politik) bir örgütlenme biçimi değildir, tüm yaşam alanlarına yayılarak, oralarda insan davranışlarını koşullayan ideolojik-kültürel, sosyo-ekonomik, politik, kentsel vb. fiili yapı ve ilişkilere alternatif biçimler geliştirmek, böylece bu alanların tümünü siyasal ve toplumsal eylem alanı haline getirmektir. Bu ilişki ve yapılar kendilerini aynen yeniden-üretememe riskine doğaları gereği açıktır. Siyasal müdahaleyle (örgütlenmeyle) bu risk açık bir çelişkiye, ama alternatif olanak anlamında bir çelişkiye dönüşür. Böylece sözkonusu yapı ve ilişkiler kendilerini aynen yeniden üretemez olurlar. Hem bireysel hem de toplumsal planda özgürlüğün gelişme temeli budur. Çünkü özgürlük, insanın toplumsal nesne olmayı aşma eğiliminden kaynaklanır ve bu eğilim, kendi diyalektik karşıtı olan deneyimle birlikte gelişir. Bilincin özgürlükçü içerikler kazanması, bu diyalektik ikilinin aşamalarıyla oluşur. Bütün bu içerikler sosyalist ideoloji tarafından eklemlendiğinde yeni bir toplumsal ilişki tarzını koşullayan faktörlere dönüşürler ve gelecek bu ilişkilerde görece olgusallık kazanır. Devrimi olanaklı kılan etkenlerden biri de, bu ilişkilerin yaygınlaşması ve kökleşmesidir.
Sonuçta, alternatif toplumsal örgütlenme modeli, geleceği (sosyalizmi) yani içeriği temsil eden biçimdir. Geleceğin bugüne indirgendiği teorik-politik ve ideolojik bir bütünlük olarak, onu içselleştiren öznelerin eylemlerini yöneten toplumsal norm ve değerlerin de üretecidir. Dolayısiyle, devrimci pratik etkinlik, aynı zamanda, içselleştirilmiş geleceğin serimlenmesidir. “Devrimci etkinlikte kendi kendini değiştirme, koşulları değiştirmekle kesişir” çünkü (Marx).
Lukacs, Marx’ın, “teori kitleleri kavrar kavramaz maddesel bir güç haline gelir” sözünü yorumlarken şöyle diyor: “Burada daha önemli olan şey, gerek teoride, gerekse teorinin kitleleri kavrayış tarzında yatan ve teoriyi de, diyalektik yöntemi de devrimin aracı haline getirecek olan momentleri ve belirleyici faktörleri keşfetmenin gerektiğidir.”6 Kapitalizmin düştüğü krizden devrimci çıkış yolunu bulmak, sosyalistlerin, devrimci işçilerin çıkış yolunu gösterecek bilince erişmesi... günümüzün temel sorunu budur. Yine Lukacs’a kulak verelim: “Bu bilinç olmadıkça kriz boyuna sürer gider, çıktığı noktaya geri döner, yaşanan durumu tekrarlar..”7Yani emekçi sınıflar sistemin yeni varolma biçimlerine boyun eğmek zorunda kalır. Şimdi içinde bulunduğumuz subjektif durum tam da bu tespite denk düşmektedir. Krize genel olarak yanıt üretemeyen sol, böylece kendi içsel krizini de üretmiş olmaktadır.
Teorinin “kitleleri kavrayış tarzı” ya da pratiğe dönüştürülmesinden anlaşılması gereken bir başka şey, öncelikle alternatif bir toplumsal örgütlenme modelidir. Zira teorinin pratiğe dönüşmesi dolayımsız olarak gerçekleşmez. Somut tarihsel koşullara göre biçimlenen ideolojik-politik, kültürel, vb. dolayımları gerektirir. Bu dolayımların biraradalık biçimi toplumsal örgütlenme modelidir. Teoriyi ve diyalektik yöntemi devrimin aracı haline getirecek olan bu biçimdir. Pratik kavramı açısından baktığımızda da bu böyledir. İnsanlar pratik etkinliklerini belirli biçimlerde nesnelleştirirler, ya da belirli bir güç’te kristalize ederler. Tarihsel olarak bu nesnelleşme, kapitalist üretimin koşulladığı toplumsal ilişki tarzında ve bu ilişki tarzını geliştiren, koruyan yapılarda somutlaşır. Pratik etkinlik ya bu ilişki tarzıyla sınırlanır ya da uzlaşmaz bir şekilde onu aşar. Bu aşma, eğer toplumun yeniden örgütlenmesini alternatif bir ilişki tarzıyla eklemleyen bir toplumsal örgütlenme modelinde ifadesini bulmuyorsa, işte o zaman “fırsatı kaçırmış” ya da devrim imkanını yitirmiş oluruz. Ya da devrim, emekçi kitlelerin gücünün kullanıldığı, devlet iktidarının bir egemen güçten yeni bir egemen güce devri ile yozlaştırılmış olur. Yani önemli olan, biçimin içeriği (ilişki tarzını) temsil etmesidir. Pratik etkinliğin salt bir siyasal güç olarak kristalize olması yeterli değildir, hiçbir zaman olmamıştır. Marx’ın dediği gibi, “Kendi içeriğini temsil etmediği sürece biçimin hiç bir değeri yoktur.”8
DEVRİMCİ ROMANTİZM
1960 ve 70’li yıllarda, devrimci mücadele anlayışının tayin edici bir boyutu “kurtarıcılık” nosyonuydu. Devrim, asıl olarak, yoksul halk kitlelerini baskı ve sömürüden kurtarma misyonunu kendine yükleyen seçkin bir devrimci grubun eylemi olarak içselleştirilmişti. Ama bu nosyon güçlü bir devrimci romantizm de içeriyordu. Che’ye ve ülkemizde Deniz’e duyulan hayranlık yalnızca onların devrimci mücadelede gösterdikleri kararlılıktan dolayı değil, aynı zamanda, özverili, özgeci olmaları ve sosyalist etiği yaşamlarıyla bütünleştirmeleriydi..
80’li ve 90’lı yıllarda kurtarıcılık nosyonu, siyasal kültürümüzün en çok eleştirilen boyutu oldu. Bu eleştiri, devrimci bir özeleştiri mantığından çoğunlukla uzak, daha çok inkarcı bir eğilim içerdiğinden, son yılların siyasal kültürü derinlikten, duyarlılıktan, duygudan, devrimci dayanışmadan büyük ölçüde yoksunlaştı; içeriksiz, anlamsız bir biçime dönüştü. Çünkü, kurtarıcılık’la beraber devrimci romantizm de uçup gitmişti. Güncel yaşamımıza yön veren şey, yaşamı dönüştürme aşkı, yani devrimci bir ruh hali değil, tüketim ideolojisi ve abartılmış bireysellik, burjuva kültürünün bencil hesaplamalarıydı. Romantizmin buharlaşmasında, Eylül yenilgisi, Sovyetlerin çöküşünün yarattığı düş kırıklığı, kötümserlik ve bunlarla paralel yükselen liberalizmin saldırıları başat etkenlerdi. Dolayısiyle, bunların sonucu olarak sosyalist hareketin ideolojik gerilemesi. Yaşadığımız son yirmi yıllık süreç, ideolojinin siyasal ve toplumsal pratikte başat belirleyenlerden biri olduğunu bir kez daha göstermiş oluyordu. Devrim ve sosyalizmin gerçekleşebilirliğine dair inanç kaybı, mücadelenin gerilemesinde önemli bir rol oynadı. Siyasi mücadele, kendimizi başka türlü varedemediğimizden dolayı katıldığımız bir yaşam alanı halini aldı. Böyle bir ortamda devletin ve kapitalizmin saldığı korku, bir yanda teslimiyetçi ve çürütücü eğilimleri, öte yanda irrasyonel tepkileri üretti. Devrimcilik içeriği boşaltılmış bir “şey” haline dönüştü, nostaljik bir duygu, ya da kimi çevrelerde içeriksiz ve kör bir başkaldırı halini aldı. Tayin edici bir etken olarak güçlü bir devrimci kitle hareketinin gelişmemiş olması bu durumu süreğenleştirdi.
Olan nedir? Rasyonelleşmek; duygudan kopuk düşünce, bilinçten kopuk akıl, Batı akılcığının biçimciliğine, hesapçılığına daha çok garkolmak; burjuva toplumunun tipik bireyine daha çok benzemek. Böyle olunca, bugünkü gibi kritik koşullarda akıl kırılmaları da kaçınılmaz oluyor.
Peki nedir romantizm? Romantizmin özü, kapitalizm öncesi değerler adına endüstriyel/burjuva uygarlığını protestodur. Bilimsel ve teknolojik ilerleme, şeyleşme, bürokratik akılcılık, toplumsal hayatın nicelikselleştirilmesi ve değersizleşmesiyle bağlantılı ruhsuz maddi ilerlemeyi protesto (Bu yüzdendir ki, kapitalist uygarlığın Marksist eleştirisinin kaynaklarından biridir). Çünkü bu ilerlemeye insanileşmenin gerilemesi eşlik etti. Benjamin şöyle diyordu: “Romantizmin düş yaşamına başvurması bir acil durum sinyaliydi; ruhu, kendi anayurduna götüren yoldan çok, bu yolu tıkamış engellere işaret ediyordu.”9 Bu nedenle geçmişin cemaatlerine dönme hayalini kuruyor ve bu bağlamda kapitalizmin “değerleri” ile çatışıyordu. 20. Yüzyılın son çeyreğinde yükselişe geçen politik İslamın bu gelişmesinde bu hayal ve çatışmanın rolü büyük. Bu aynı zamanda, burjuva değerlerden ayrışmış sosyalist bir ideolojinin, amacına uygun bir inşasının gerçekleştirilememesinin de bir sonucudur. Ne var ki, bütün bunlar başlı başına bir modernite tartışması.
Ama devrimci romantizmi nasıl tanımlayabiliriz? Yaşamı dönüştürme aşkıyla hem geçmişin cemaatlerine dönüş hayalini, hem de bugünün kapitalizmiyle, burjuva değerleriyle uzlaşmayı reddeden bir romantizm. Günümüzün burjuva toplumu ve kapitalizmin barbarlığa evrilmesi karşısında, hem ezilen ve sömürülen kitlelerle bütünleşmenin bir gereği, hem de bireysel özgürlüğün bir koşuludur bu. Sözü Micheal Lowi ile bağlayalım: “Bu durum, Marksizmin romantik devrimci boyutunu yeniden keşfetmenin ve geleceğin sosyalist perspektifini, kapitalizmin doğuşundan beri ‘bencil hesaplamanın buzlu suları’na garkolan komünal, kültürel, etik ve toplumsal nitelikte değerlerin kıymetli hazinesiyle zenginleştirmenin önemini ortaya koyar.”10
***
*İlkolarak 2002 de kızılcık Sosyalist Dergi'de yayınlandı. 6 Aralık 2009 de ise Kızılcık.Org'da yer verildi.
** Zaman enlemi, iç-geometri gibi kavramlar, olasılıkçı-determinizmi teorik fizik ve evrim alanlarında geliştiren Yılmaz Öner'e aittir. Öner'in, Diyalektiği ve Yeni Evrim Teorisi, Fizik ve Felsefe, Bilimlerde ve Sanatta Dİyalektik başta olmak üzere bir çok kitabında prodeterminizmi nasıl geliştirdiğini görebiliriz. Bu yazıda yaptığım şey, onun, özellikle teorik fizik alanında geliştirdiği tezlerle, İlya Prigogine'in (Kaostan Düzene) kaos ve sisteme ilişkin tezlerini sosyal teoriye taşımak. Ya da tarihsel materyalizme içermek..
1. Louis Althusser, Lenin ve Felsefe, s.29, İletişim, 1989
2. Küreselleşme ve Devrim, Mehmet Özgen, Kızılcık, sayı: 5, 2000
3. Ernest Mandel, Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, s.53, Yazın Yayıncılık, 1986
4. David Harvey, Postmodernliğin Durumu, s127, Metis, 1996
5. Marx, 1844 Elyazmaları, s.148, Sol yayınları 1993
6. György Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, s.54, Belge, 1998 7 age., s.149
8. Aktaran, K. Korsch, Marksizm ve Felsefe içinde, s.85 Belge, 1991
9. Aktaran, Michael Löwy, Dünyayı Değiştirme Üzerine, s.197 Ayrıntı, 1999
10. age, s.33