Kaçınılmaz şekilde aşırılıkların ve hataların eşlik ettiği kendiliğinden taban hareketlerini dilediğimiz kadar eleştirebiliriz ama sol siyasetin ve entelektüel camianın tamamen iflas ettiği koşullarda, bu kitlelerin kendi kaderlerini kendi ellerine almaktan başka hiçbir seçeneğe sahip olmadığını da kabul etmek zorundayız. Kitlelerin kendiliğinden siyaseti, politikacıların oportünizminden ve entelektüellerin narsisizminden daha iyidir.
Sarı Yelekliler hareketi, yalnızca Fransa’yı yöneten seçkinleri değil, Avrupa’nın sol entelektüellerini de serseme çevirdi. Aslında son yüzyılda yaşanan her ciddi devrimci hareket için aynısı geçerliydi. Tek bir başarılı devrim bile sol entelektüeller ve siyasetçiler için “doğru” olmamıştır. “Sarı Yelekliler”in benzer bir muamele görüyor olması, tanıklık ettiğimiz olayların ne kadar önemli olduğunun ve Fransız toplumunun yaşamında ve Avrupa’nın geri kalanında ciddi bir değişim başlatma potansiyelinin kanıtı olabilir.
Entelektüeller “Sarı Yelekliler”e empati ile yaklaştılar ama aynı zamanda babacan bir kuşkuculuk, hatta küçümseyen bir alaycılık da gösterdiler. Onlara göre yurttaşların protesto etme hakkı elbette vardı ama talepleri ve görüşleri tutarsızdı ve bu mücadeleyi kazanma ihtimalleri de pek yok gibiydi. Dahası, neredeyse her yorumcu, taban hareketinin açıkladığı programın ulaşılamaz olduğunu ilan etti.
Bu eleştirinin karakteristik bir örneği, Russia Today’de Slavoj Žižek tarafından yazılmış olan değerlendirme.
Žižek Fransa’daki kitlesel protestoları sistem krizinin tartışmasız bir semptomu olarak görüyor ama ardından, hareketin programını kınama konusunda egemen sınıfın ideologlarının söylediklerini tekrarlıyor. Sloven entelektüel, sorunun çözümünü günü kurtaracak bir tür sosyalist bürokraside görüyor (bürokrasi bir Sovyet mi yoksa İskandinav tipi mi olmalı net değil). Ancak bu bürokrasiyi kim oluşturacak ve bu bürokrasi toplumun ve işçilerin çıkarlarını nasıl ve neden temsil etsin, belli değil.
“Sarı Yelekliler”i tutarsızlıkla suçlarken filozofun kendisinin yolun her adımında kendisiyle çeliştiği hemen belli oluyor. Protestocuların “mevcut sistem dahilinde” karşılanması imkânsız olan talepleri ile ilgili öne sürülen gerekçeler soyut; bu da entelektüeller için tipik bir şey. Sistemi tamamen bütünlüklü ve değişmez bir şey olarak görüyorlar, bu yüzden de mevcut koşulla çelişen herhangi bir talebin gerçekçi olmadığı ilan ediliyor. Žižek popülizmi kınıyor ama bunu yaparken kitleler tarafından dile getirilen tüm halk taleplerini ve ihtiyaçlarını sorgulanır hale getiriyor.
Žižek’in, protestocuların taleplerinin “mevcut sistem içinde kalınarak” karşılanmasının imkânsız olduğu tezini kabul etsek bile şu soru cevapsız kalıyor: peki bu sistemi kim, nasıl değiştirecek? Bu aydınlanmış bürokrasi, filozofun kendisinin de kabul ettiği üzere, yalnızca onun hayalinde mevcut.
Sistemi değiştirme ihtiyacına ilişkin tez, tamamen ve anında çok radikal geliyor ama siyasi içerikten yoksun. Sistemde herhangi bir değişiklik, eşzamanlı olarak ve tek seferde gerçekleştirilemeyecek onlarca ve belki de yüzlerce somut adımdan ve tedbirden oluşur. Dahası, neredeyse tüm ciddi değişiklikler birden fazla aşama içerir. Bir aşamadan diğerine geçiş, devrimci bir durumda çok kısa bir sürece gerçekleşebilir ama sonraki adım ilki olmadan imkansızdır. Örneğin, tam bir demokratik planlama sisteminin oluşturulması, ekonominin üst seviyelerinin kontrolünü ele geçirmeksizin imkansızdır. Aynı şekilde, geniş çaplı bir sosyal yatırım programı uygulamak, devlet kurumlarının reforme edilmesini ve mali yasaların değiştirilmesini gerektirir. Elbette bu yönde bazı adımlar atılabilir, ama belirli ölçüde kritik bir kurumsal dönüşüm gerçekleşmeksizin, bunların çok etkili olmayacağını anlamamız gerek. En nihayetinde toplumu ileriye taşımış olmalarına rağmen reform ve devrimlerin ilk başta muğlak sonuçlar da yaratmış ve çoğu zaman objektif olarak durumu kötüleştirmiş olması bu yüzdendir. En önemlisi de, dönüşüme yönelik tüm tedbirler, toplumu ve devleti değiştirmeye dönük adımlar, kısmi, yetersiz, reformist vs. sayılabilir (ve sayılacaktır). Bunların öneminin gerçekten anlaşılması, ancak bir bütün olarak ele alınan süreç bağlamında mümkündür.
Biz “Sarı Yelekliler” tartışmamıza geri dönelim. Talepleri neden karşılanamıyormuş? Evet, Žižek önemli bir niteleme yapıyor: talepler “mevcut sistem dahilinde” karşılanamazmış. Ama burada bile kesinlikle hatalı. Taleplerin çoğu geçmişte Batı kapitalizmi içinde gerçekleştirilmişti, ama neoliberalizmin zaferinden sonra bu sosyal ilerlemeler yok edildi. Yani protestocular sadece işçi sınıfının son 30 yılda yitirdiği kazanımlarını geri almaya çalışıyorlar. Elbette 1960’lara ve 70’lere geri dönmek mümkün değil. Refah devletinin restorasyonu, ancak kalkınma için yeni biçimler ve yeni olasılıklar yaratılması halinde mümkün. Ama burada başka bir şeyden söz ediyoruz: kapitalist sistem dahilinde sosyal reformların imkânsız olduğu tezi ve bu doğru değil. Bu reformların asla egemen sınıfların iyi niyetinden kaynaklanmadığı, işçi sınıfı mücadelelerinin eseri olduğu ise tamamen ayrı bir hikâye.
Žižek, “Sarı Yelekliler”in çelişkili talepleri ile ilgili tezini desteklemek için çalışan kesim üzerindeki vergileri azaltmanın ve eş zamanlı olarak eğitim, sağlık, sosyal alan vb.ye ayrılan bütçeyi arttırmanın imkansızlığına işaret ediyor. Bu tezin neoliberal uzmanlardan ödünç alınmış olması manidar. Kırımlı emeklilere konuşma yaparken kameralara yakalanan Başbakan Dmitry Medvedev tarafından önerilmiş bir formül olarak Rusya’da çok ünlü: “Para az, dişinizi sıkın.”
Gerçekte ise, hükümetlerin sosyal harcamalar için gereken parayı elde edebilmesinin bir sürü yolu var. İşçi sınıfını aşırı vergilerle sıkboğaz etmenin hiç gereği yok. Verimli devlet işletmeleri kurulabilir ve karlar sosyal harcamalar için kullanılabilir. Büyük şirketlerin üzerindeki vergiler arttırılabilir veya en azından ulusötesi şirketlerin son on yılda neredeyse her ülkede faydalandırıldığı vergi muafiyetlerinden bazıları geri alınabilir. Bürokrasinin üst kademelerinin har vurup harman savurması engellenebilir ve anlamsız “prestij” projeleri ile kaynak israfına son verilebilir, baskı aparatına yapılan harcamalarda kesintiye gidilebilir ya da yolsuzlukla daha etkili mücadele edilebilir. Ekonomik büyüme teşvik edilerek ücretler arttırılabilir, böylelikle vergiler düşürüldüğünde bile genel bütçe geliri artmış olur. Bütçede açık vermek pahasına bile sosyal programlar finanse edilebilir: liberal yorumcuların iddiasının aksine, devlet harcamalarındaki artış, otomatik olarak enflasyonda da aynı oranda bir artışa sebep olmaz (şu anda, özel bankaların verdiği borçlar enflasyonu hükümet harcamalarından çok daha fazla arttırıyor).
Egemen sınıf apolojistlerinin, protestocuların taleplerinin karşılanmasının imkânsız olduğuna dair yalanını tekrar ederken, Žižek, seçkinler açısından “Sarı Yelekliler”in tehlikesinin, tam da bu taleplerin bugün, mevcut kapitalist ekonomi içinde dahi kolayca karşılanabilir olduğu gerçeğinden kaynaklandığını fark etmiyor. Esasen bu talepler, yönetici seçkinlerin çıkarlarına aykırı. Yani, mesele taleplerin imkansızlığı değil, kapitalizme içkin sınıf çelişkileri. Kitlelerin, öfkeli halka birbiri ardına taviz vermek zorunda kalan yönetici seçkinlere yaptığı baskının sonucu olarak mevcut sistem dahilinde sosyal ilerleme mümkün olabildi.
Aynısı, “Sarı Yelekliler”in programının bednam “tutarsızlığı” için de geçerli. Elbette talepler çelişkili. Yine de, karşılanmalarının imkânsız olduğu anlamına gelmiyor bu, aksine, tam da zıddını gösteriyor. Tamamen tutarlı ve hiç çelişkisiz bir sosyoekonomik ve siyasi program, ancak bir ideoloğun zihni içinde ve o durumda bile, ancak toplumsal-tarihsel bir süreç veya toplumsal bir yapı dahilindeki objektif çelişkilerin varlığını fark etmez ise var olabilir. Ancak ve ancak farklı sosyal grupları birleştiren ve bunların farklılık arz eden çıkarlarını bir şekilde dikkate alan bir kitle hareketi, halkın geniş çoğunluğunu kendine çekip harekete geçirebilir. Toplumları değiştirebilmeyi başarmış tüm hareketler, popülist hareketlerdi. Bolşeviklerin, Lenin’in ekibinin iktidarı ele geçirmesini ve iç savaşı kazanmasını motive etmiş olan “köylüye toprak” sloganı, sosyalist teoriden çıkmamıştır; daha ziyade, “küçük burjuva” köylülüğün gerçek ihtiyaçlarının yansımasıdır. Onların katılımı olmaksızın, devrimin hiç şansı olamazdı.
Pürüzsüz şekilde “tutarlı” bir program, tanımı gereği asla hayata geçirilemez çünkü çoğunluğun desteğini asla toplayamayacaktır. “Akil bir diktatör” bunu yukarıdan empoze etmeyi denese bile, gerçeklikte, kamu çıkarlarının tutarsızlığı ve yeterince geniş bir kitlenin desteğini alma ihtiyacı nedeniyle yine de tavizler vermek zorunda kalacaktır.
Öte yandan, “Sarı Yelekliler”in taleplerinin tutarsızlığı, baştakilerin propagandası ile bilinçli olarak da abartılıyor. Solun bakış açısından, büyük bankaların [daha küçük bankalara bölünerek*] bitirilmesi gerekliliği epey kuşkulu görünüyor. Marksist veya sol Keynesçi ekonomistler, en büyük mali kurumların kamulaştırılmasının ve bunların kamu denetimine tabi kılınmasının toplumun çıkarları açısından çok daha makul olduğunu kesinlikle söyleyeceklerdir. Birinci olarak bu gereklilik yalnızca yapılabilir olmakla kalmıyor, aynı zamanda pazar ekonomisinin mantığıyla da çelişmez. İkinci olaraksa, uygulandığı durumda bile hiçbir korkunç sonuç ortaya çıkmaz. Dahası, durum yine de şimdikinden daha iyi olacaktır, çünkü bankaları bitirmek, onların siyasi gücünü zayıflatır ve hükümet politikalarının finans kapital tarafından kontrolünün altını oyar.
Yukarıda söylenen her şey, Žižek’in bir sistem krizinden bahsetmesini hatalı mı kılıyor? Asla. “Sarı Yelekliler” hareketi, gerçekten de sistemin belirli bir kritik dönüm noktasına geldiği gerçeğinin yansıması. Ancak toplumun niteliksel olarak farklı bir koşula dönüşümü, tam da halkın tarihçilerin üç yüzyıldır devrim dediği bu gibi “çelişkili” isyanları üzerinden gerçekleşir. “Sarı Yelekliler” kazanırsa, talepleri genel olarak karşılanırsa (ve tek bir program bile tamamen ve kesinlikle asla tek seferde hayata geçirilmemiştir), bu kapitalizmin ortadan kalkmasına yol açmayacaktır.
Fakat bu bir yandan toplumdaki sınıf güçlerinin dengesini radikal şekilde değiştirecek, diğer yandan da bu yeni durumdan ve mümkün kıldığı yeni olasılıklardan yükselen yeni sosyal çıkarların ve taleplerin ortaya çıkmasına yol verecektir.
Aslında, Leon Trotsky’nin terimini kullanırsak bir tür “geçiş programı” ile karşı karşıyayız burada. Tek fark entelektüeller ve politikacılar tarafından değil, kitlelerin kendisi tarafından kendiliğinden formüle edilmesi.
Kaçınılmaz şekilde aşırılıkların ve hataların eşlik ettiği kendiliğinden taban hareketlerini dilediğimiz kadar eleştirebiliriz ama sol siyasetin ve entelektüel camianın tamamen iflas ettiği koşullarda, bu kitlelerin kendi kaderlerini kendi ellerine almaktan başka hiçbir seçeneğe sahip olmadığını da kabul etmek zorundayız. Kitlelerin kendiliğinden siyaseti, politikacıların oportünizminden ve entelektüellerin narsisizminden daha iyidir.
En iyileri de dahil (ki Slavoj Žižek onlardan biri) sol entelektüeller açısından olayların bu şekilde gelişmesinin beklenmedik ve rahatsız edici olmasına şaşırmamalı. Entelektüeller kendilerini siyasi oyunların üzerinde görerek siyasetçileri diledikleri kadar eleştirebilirler ama bir noktada fark ederler ki, açıklamalarının doğruluğu ve derinliği, kitlelerin gözünde kendilerine hiçbir koz kazandırmıyor. Ayrıyeten, durum kamuoyunun gözü önündeki entelektüeller için, akademisyenler için olduğundan daha kötü. İkinci grup en azından halk ışığı görecek de kendilerini yeni liderler olarak ilan edecek beklentisi içinde değil. Tersine, kamuoyunun gözü önündeki entelektüeller, medyadaki görünürlüklerini ve popülerliklerini kamuoyunu etkileme güçleri ile karıştırıyorlar. Bunlar yalnızca farklı olmakla kalmayıp, bazı durumlarda, birbirine zıt şeyler.
Her ilerici kitle hareketinin entelektüellere ihtiyacı vardır. “Sarı Yelekliler” de onlara muhtaç ama kibirli öğretmenler ve akıl hocaları olarak değil, başka insanların eylemlerini değerlendiren müşkülpesent bilgiçler olarak değil, eşit ve faydalı yoldaşlar olarak.
Bir kitle hareketine liderlik edebilme vasfı, pratik olarak bu harekette yer alarak kazanılmalı. Önceki başarılar ve parlak yayınlarla değil, kesintisiz faaliyetle, olaylara doğrudan katılımla ve insanlarla yalnızca mücadelelerinin sonuçlarını değil risklerini (ahlaki olanlar dahil) ve başarısızlıklarını da paylaşmaya açık olmakla kazanılmalı. Soyut teorik doğruluğa değil, şimdi ve burada siyasi etkililiğe ve pratik başarıya, bu hareketin ve onun temsil ettiği toplumsal güçlerin çıkarlarındaki etkililiğe odaklı olmak önemli. Yapılması gereken ahkam kesip değerlendirme yapmak değil, katılmak, mücadele etmek, hata yapmak, hataları düzeltmek ve kazanmak.
(*) Özgün metinde “breaking up of the leading banks.” Ayşe Tekşen’in aktardığı açıklama: “Büyük bankaları daha küçük bankalara bölmek – hem kriz anında sistemik risk yaratmasınlar hem de rekabet ortamını zedelemesinler diye. 2008 krizinden sonra Citibank battığında too big to fail[batmasına izin verilemeyecek kadar büyük] olduğu için mecburen kurtarılmıştı. Bu bölme fikri o zaman ortaya atılmıştı ancak uygulamaya geçemedi tabii ki.”
Dünyadan Çeviri: Serap Şen