Bir Nefes İçin...

Sevgican Dalga

2 Ağustos 2023
Bir Nefes İçin...

“Ne yaparsanız yapın gaz sıkın, dövün tartaklayın, isterseniz öldürün biz zaten öldük. Siz de  öleceksiniz, aslında hepimiz ölcez” diyordu günlerdir ormanını kurtarmaya çalışan, ağaçlarını teslim etmeyen Akbelen’in mücadeleci kadınlarından biri.

“İçim yanıyor içim, acı çekiyorum ağaçların kesim seslerini duydukça” diyordu bir başka kadın, yanında gözyaşlarını saklamak için yüzünü avucuna almış genç adam sesli sesli  ağlarken çevreden farklı isyan ve acı dolu cümleler gelmeye devam ediyordu ama sanırım en canını yakan cümle buydu jandarma komutanının. Kısa bir süre suskun, çaresiz bakışlarıyla genç kadına bakıyor sonra “emir kulu” olduğu gerçeğini hatırlamış olacak ki silkelenip kendinden istenen cümleleri sıralamaya başlıyordu her ne kadar dili başka yüreği başka söylese de.

Taş olsa erirdi bu cümleler karşısında sözcüklerin yakıcılığından çok sesteki acı ve feryat daha çok yakıyordu insanın içini. Bu feryat değildi sanki, daha çok bozulamaya benziyordu.

Bir yandan kötü bir film sahnesini izler gibi izliyor bir yandan da yanaklarıma düşen yaşları siliyordum, lokmalar boğazıma dizilmişti. 

Buralarda da olur mu? olsa ne yaparız diye düşündüm. Sonra sanki olmadı mı? HES’ler yüzünden yeşil, güzelim vadilerimiz delik deşik olmadı mı? dedim kendi kendime. 

Oysa ne güzel başlamıştı tatilimiz, günlerdir tüm Türkiye’yi kasıp kavuran sıcaktan da kurtulmuştuk, İstanbul’un nefes aldırmayan sıcağından. 1200 m. rakımdaki yayla evimize gelmiş, çam ağaçları, kuş sesleri eşliğinde küçük yuvamızda bu sıcak günleri atlatıp tatilimizi yapacaktık. Öyle de oldu güzel başladı tatilimiz; gözüm de, gönlüm de,  bedenim de  bayram ediyordu. Temiz havayı içime çekip sabah sporumu yapıyor, yeşiller  içindeki bahçemde kahvemi içiyordum. Ova,  ayağımızın altına serilmiş ateşböceği tarlası gibiydi geceleri, uzansak yıldızlardan bir demet yapabilirdim. Bahçemden yeşilliklerimi topluyor,  çam ağaçlarının kokusunu getiren temiz havayı içime doya doya çekiyor, kuş seslerinin cıvıltısında ruhumu sağaltıyordum. Daha ne olsundu değil mi, bir insan ne isterdi ki başka? “mutluluk” dediğin şey neydi?

Büyük usta Nazım Hikmet’in dediği gibi;

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

işin kolayına kaçmadan ama

gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil

ne de ak örtüde elmaların

ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

Abidin Dino da mutluluğun resimini yapması için nelere ihtiyaç duyduğunu sıralamış sonunda da “işte o zaman yapardım mutluluğun resmini ama ne tuval yeterdi ne de boya” demişti. 

Bence de ne tuval ne de boya yeter ülkemizdeki doğal güzellikleri resmetmek için. 

Doğa bence burada da mutluluğun resmini yapmıştı. Yaşamın ana amacı olan mutluluğun resmini. Kişiye  göre değişir diyorsunuz biliyorum, benim için bunlar büyük mutluluk kaynağıydı ve çok şanslıydım şehrin gürültüsünden, kirliliğinden, sıcağından, işten güçten, koşturmacalardan kaçıp, birkaç ay da olsa soluklanacağımız  bir mekanımızın olması. Kolay olmadı elbette, herkesin “dağ başı” dediği bu yeri mesken tutmak ama fazlasıyla değmişti, değiyordu.

Bu sabah da yine bahsettiğim gibi bir sabahtı, uzun süredir beni yoran ne varsa bıraktığım ya da biraz ara verdiğim tatil günlerinden biriydi.

Büyükşehirde her şey fazlasıyla yormuştu bizi; iş hayatının stresi, sosyal hayatta karşılaştığımız empati yoksunu sabırsız, kaba saba davranışlı bencil insanlar, günün her saatinde anlamsız bir şekilde yaşanan trafik, her geçen gün ekonomik daralmanın verdiği bunalım yetmezmiş gibi 

yakın zamanda yapılan genel seçimler, oradaki adil olmayan yarış, kullanılan dil, ayrıştırma kutuplaşma ve gerginlik… Ve daha pek çok şey. İşte  tüm bunlardan kendimizi sıyırıp atmıştık,   adeta fırlatmıştık buraya.

Hem bedenimizin hem de ruhumuzun buna çok fazla ihtiyacı vardı, sanırım fırsatı olan pek çok insan da böyle yapmıştı yaz tatilinde;  ya memleketine gidiyor ya da yazlığına gidiyordu. Veya imkanı varsa  birkaç günlüğüne yeşilin ormanın ya da denizin olduğu bir yerlere kaçma derdindeydiler, evet gitme değil “kaçma”.

Dedim ya bu sabah da öyleydi işte TV'yi açmasam,  haber dinlemesem de internet denilen dünya ağı, tüm olup biteni gözlerimizin önüne seriyordu. Hani derler ya sen istediğin kadar gözünü kapat, güneş doğmuşsa sadece sen görmüyorsundur. Onun doğduğu gerçeğini değiştiremezsin diye. Evet çıkıp geldik ama sadece geçici bir süre bizim gerçeğimiz değişti, oysa geride bıraktıklarımız hala aynı, hatta bir yerlerde daha da kötüleri yaşanıyor. Her ne kadar bana, sana uzak olsa da birilerine çok yakın, hatta yakından da yakın, hayatının içinde, kalbinin tam ortasında. Uzakta olanlar bizler ne kadar duyumsuyoruz  onları diye düşündüm.

Düşünmekten uzaklaşıp, dinlenmek için çıkıp geldiğim, kaçtığım bu yerde, çayımı yudumlamaya çalışırken.

Kaçmak çare mıydı, neden ve nereye kadar kaçmak? Kaçınca, görmezden gelince sorunlar ortadan kalkar, sıkıntılar hallolur muydu? Tabii ki değil.

Hiç sevmediğim bir söz, atalarımız nasıl söylemiş bu lafı ben anlayamıyorum. Bence sadece gerçek anlamda kullanılmalı. “Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın” Bence de yılan yaşasın kimseye zarar vermediği sürece. Hatta her canlının da  bu ekolojik dengede bir yeri olduğunu düşünüyorum. Ama buradaki yılan eğer kötülük ise haksızlık ise ki öyle kullanılıyor, bu olmamalı. Varsa bir yerde yanlış, kötülük, haksızlık herkes ayağa kalkmalı, herkes önünde durmalı, engellemeli. Tek  vücut olmalı. Aksi halde o yılan gün geçtikçe büyür ve önüne gelen herkesi yer. Bana dokunmaz diye de çok güvenme, sana da bana da herkese de dokunur bir gün. Yer ya da zehirler er geç.

Bu sözün yerine “bugün bana yarın sana” çok daha uygun olur bence. Daha önce de ülkenin pek çok yerinde olduğu gibi bugün İkizköy’de “Akbelen Ormanları” yarın sizin ormanlar, öbür gün bizim ormanlar. Yani bugün  ona, yarın sana, bana, bize, hepimize…

Muğla Milas bölgesi, yeşiliyle doğasıyla deniziyle ülkenin en gözde yerlerinden. Dolayısıyla gözü olan çok. Ama bu kez gözü olanların derdi sahillere otel yapmak, tesis açmak değil bence, daha kötüsü.

Bölgedeki Yeniköy ve Kemerköy santrallerinin girdisi olan kömürü karşılamak gerekçesiyle Akbelen Ormanlarının olduğu arazide kazı yapmak ve linyit kömürü çıkarmak. Bunun yapılması demek; oradaki yüzyıla yakındır yetişen ağaçların büyük bir bölümünün kesilmesi demek. Kazılarla birlikte havanın suyun kirlenmesi ve azalması demek. Tarımın etkilenmesi, yöre halkının geçim kaynaklarının kısıtlanması belki de yok olması demek. 

Hele hele iklim değişikliklerinin hayatı tehdit etmeye başladığı, kuraklıkların ülkemizde ve dünyada korkutucu seviyelere geldiği; yağmura, suya  daha çok ihtiyacımızın olduğu, heyelanların, sellerin olduğu günümüzde bırakın orman kesmeyi,  yok etmeyi daha çok ağaç dikmenin ve var olanlara da gözümüz gibi bakmanın çarelerini aramak gerek ama nerdeee...

Bu bölgede daha önce de pek çok köy yerinden olmuş maden arama sebebiyle. Limak ve ve IC holdinglerinin ortaklaşa kurdukları YK Enerji şirketi aslında bölgenin çok daha geniş arazilerinin ruhsatını ellerinde bulunduruyor ve bu kazıları nereye kadar yapacakları, istedikleri alanı ne  kadar   genişletecekleri de bilinmiyor. Şu ana kadar 60 köyden 8’i tamamen 15’i  de kısmen yok edilmiş durumda. Bölgeye uydudan bakıldığında öncesi ve sonrası karşılaştırıldığında, yapılan tahribat  çok bariz bir şekilde görülüyor. Kurak,  boz bir araziye dönmüş, bir zamanlar yemyeşil köyler üzerinde kuruluyken. Yaklaşık 4 yıldır da İkizköy’ün Akbelen ormanlarını içine alan arazide  gözü olanlar,  belli ki her şekilde geçen yıllara ve karşılaştıkları dirence rağmen vazgeçmeden şanslarını deniyorlar. Her ne kadar Anayasa’da 169. Madde “Devlet, ormanların  korunması ve sahaların genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır, yanan orman yerine yeni ormanlar yetiştirir bu yerlerde bütün ormanların gözetimi devlete aittir,  kamu yararı dışında irtifak hakkı konu olamaz.” demesine rağmen mahkeme 2 yıl  önce yürütmeyi durdurma  kararını iptal ederek, maalesef  kamudan yana değil özel şirketlerden yana olmuştur. 

Son iki yıldır  ormanını korumak için nöbet tutmaya başlayan İkizköy köylüleri,  24 Temmuz sabahı ormana, ağaç kesme makinaları ve tomalarla giren kolluk kuvvetlerine karşı kıyasıya mücadele veriyor. Hem de tartaklanmalara, biber gazlarına, tazyikli sulara maruz kalarak.

Köylü; genci yaşlısı ille de cesur kadınları ile en önde. Her birinin duruşu, bakışı, sözleri yürek deliyor. “Bu ağaçlar, bu orman bizim nefesimiz, hayatımız, her biri bizim çocuğumuz, 70-80 yılda büyüttük onları, ömrümüzü verdik, onlar çocuklarımızın geleceği. Gözümüz gibi baktık onlara, onlar da bize aş oldu, ekmek oldu.

Zeytin yaptık, hem kendini hem yağını yidik, sizlerin çocukları da yedi. Hem meyvesini yidik hem gölgesinden faydalandık. Nefesimiz oldu, suyumuz, yağmurumuz oldu. Bundan büyük servet olur mu? Kömür mü , taş mı yiyceniz? Gözünüz niye doymuyo, kör mü etti sizi para hırsınız?” diyorlar. Diyorlar da anlayan kim?

Onlar servetlerine servet katma derdindeler. Ne vicdanlarına kulak veriyorlar ne kanunlara ne de  doğaya ve  insan haklarına…

Hangi servet doğanın nimetlerine karşılık gelir, kaç para, aldığın sağlıklı nefesin karşılığıdır, bir canlının, suyun, ağacın, yaprağın, çiçeğin böceğin ve dahi orda yaşanmış ve yaşanan hayatın yerini doldurur, yaşanmışlıkların, geleceğinin karşılığı olabilir?

Aldığı kirli havayı elindekinin yeşiliyle değil, doğanın yeşiliyle temizleyebilir ancak. Kaç para verirse bir bulut oluşturur ya da yağmur yağdırabilir?  Bu mümkün mü?

Doğal afetlerin ne zaman, nerede, nasıl olacağını bilemeyiz, bildiğimiz bir şey vardır ki o da her an her yerde olabileceğidir. Bizlere düşen bu ihtimalleri göz önüne alarak gerekli tedbirleri almamızdır. Bu yüzden doğal afetler doğal olmayan yani insan eliyle yapılanlar kadar acıtmaz canımızı. En çok can yakanlar bu insan eliyle,  bile isteye kasten yapılan afetlerdir ve maalesef dönüşü de yoktur olsa da yüzyıllar alır eski halini alması. 

Son yıllarda, özellikle yaz aylarında yaşadığımız yangınlar, seller ve kışın ortasında yakalandığımız depremde asıl “felaket”,  doğal afetlerin “doğallığı” kadar sorumlu insanların sorumsuzluğunun “doğal” karşılanmasıydı. 

Yineliyorum ama asıl can acıtan doğanın yaptıkları değil, insanın insana ve  doğaya yaptıkları.  Doğa, kendi dengesini bozan, ekolojik hayata, tüm canlıların yaşamlarına kasteden biz insanlardan hesap sormayacak mı? Hadi  iyimser olayım dengesini bulmaya çalışmayacak mı? Tabi ki yapacak, yapıyor da . 

Ve siz doğaya savaş açıyor  inatla bunları görmezden geliyorsunuz. Sizler ; hayatı, sağlığı, nefesi parayla satın alabileceğini sanan paraya tapanlar.

Peki ya bizler? 

Bizler ne yapıyoruz , ne yapmalıyız? 

İnsan eliyle yapılan bu kıyımlara ne demeli ? Görmemeli, duymamalı mıyız? Benim, senin görmemen gerçeği değiştirir mi? Ormanın yok oluşunu, onlarca yıllık ağaçların gövdelerinden devrilip, bin bir türlü canlıya ev sahipliği yapamayacağı, yok olacağı gerçeğini değiştir mi? 

Sanırım bu günlerde pek çoğumuz bunu yapıyor, kaçıyoruz. Görmezden, duymazdan geliyor, acımakla yetiniyoruz. Belki de çok uzun zamandır gördüklerimiz ve duyduklarımız canımızı çok yaktı. Hayal kırıklıkları yaşadık kim bilir. Belki de kaçacak yer arıyoruz, nefes alacak bir yer. Biraz dinlenip yaslanacak, belki de uyuyacak bir ağaç gölgesi kim bilir?

 Ayaklarımızı yeşiline basacak bir toprak arıyoruz, bedenlerimizde biriken stresimizi atmak, kirlenen ruhlarımızı bir nebze olsun temizlemek için.

Peki, ya buralara da, oralara da gelirlerse, ya kaçtığın, kaçtığımız yerlere de gelirlerse ki gelecekler. Biz sustukça, geriye adım attıkça, biz kör sağır dilsiz oldukça gelecekler, susma! 

Hayatın için, nefes alabilmen için susma…





Yazarın Dİğer Yazıları

  1. Sesimi Duyan Var mı?
    Sesimi Duyan Var mı?
    12 Şubat 2023
    ''Göçük altından bir kitap buluyor enkaz çalışmalarında görevli gençlerden biri. “Umut varsa gelecek vardır” yazıyor ilk sayfada yazarın el yazısı ile. Ve “bu sözleri okuduktan sonra daha bir umutla kazmaya,…
  2. Sanatın dikenli yolları
    Sanatın dikenli yolları
    19 Şubat 2022
    ''Ne istiyorlar bizden, sanatçıdan, kıskaca almaya çalıştıkları bu insanlardan? Diye sormuyorum çünkü ne istediklerini hepimiz biliyoruz, çok açık; sanat aydınlatır karanlıkta kalanları çünkü. Sanatla hem ruhumuz hem beynimiz aydınlanır. Sanat…
  3. Bu Ateş Sizi de Yakar!
    Bu Ateş Sizi de Yakar!
    7 Ağustos 2021
    ''Yeni acılarımız eski acılarımızı unutturuyor. Her gün yeni bir kötülüğe, yeni bir çirkinliğe, yeni bir şiddete, yeni bir cinayete, yeni bir katliama, yeni bir yangına uyanıyoruz. Acının rengi değişiyor ama…
  4. Tarih 17 Haziran 2021
    Tarih 17 Haziran 2021
    20 Haziran 2021
    Bu ülkede insanlar tercihleri hatta tercih etmediklerinden bile ne çok suçluymuş. Tercih yapamadığımız cinsiyetimizden, tercih yapamadığımız etnik kökenimizden, tercih yapamadığımız ya da yapmadığımız inançlarımızdan suçluyuz, suçlusun… Tarih 17 Haziran 2021 Yine …
  5. Sınırsız Bir İmparatorluğun 'Sınırlı' Kadınları
    Devlet-i Aliye’nin bile ferman konusu oldu kadınların çarşafları. Başa geçen her padişah kadınların ne giyeceğine, nasıl giyeceğine, ne zaman, nereye gideceğine, nasıl gezeceğine, kimlerle nerelere girip giremeyeceğine ve daha pek…

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…