Başımıza bir bir gelmekte olan türlü türlü musibetin sorumlusu kim? Doymak bilmeyen, gözünü hırs ve para bürümüş, iktidar ve güç sahibi olmanın getirdiği iştahla milyonlarca, milyarlarca masum insana zulmeden, gezegenimizi mahveden vahşi kapitalizmin bekçileri değil mi? Yani onurunu kaybetmiş insan. Alın Covid-19 krizine ek bir başka kriz daha! Önce gıda krizi ardından büyük bir kıtlık! Öyle bir bela ki belki salgından çok daha vurucu gücüyle insanlığın sonunu getirebilir.
Bir özlü sözle başlayayım: “Bir yıl sonrası için buğday ek. On yıl sonrası için ağaç dik. Yüzyıl sonrası için ise insanı eğit!” Yeryüzüne ektiklerimizi, diktiklerimizi bir kenara koyalım; insan olarak varoluşumuzdan bugüne kadar, çağlar boyu kendimize ektiklerimizle işte 21. yüzyılın ilk çeyreğine geldik ve hal-i pür melalimiz ortada… Yani ektiklerimizi biçiyoruz.
Serbest piyasa ekonomisi olarak 16. yüzyılda kök vermeye başlayan kapitalizm, 1900 yılından itibaren vahşi bir hal almasıyla birlikte hem dünyanın hem de insanlığın gidişatını tek başına belirleyen bir güç oluverdi. Vahşi kapitalizmin dayattığı insan faaliyetlerinin sonuçlarını şimdi acı bir biçimde yaşıyoruz. Tüm yaşam kaynaklarımızı barındıran dünyamızı kirlettik ve hala akıllanmadan kirletmeye devam ediyoruz. Hızlı sanayileşmenin arttığı 1980’li yıllardan itibaren iyice belirgin hale gelen küresel ısınma ve küresel iklim değişikliği ile birlikte su kaynaklarımız azalıyor; besin kıtlığı, enerji sıkıntısı, kuraklık, çölleşme, göç gibi sosyoekonomik ve politik etkilerle yüz yüzeyiz. Bunun yanında, yine küresel ısınma ve iklim değişikliği sebebiyle doğal peyzaj doku bozuldu; ekosistemler, türler ve gen kaynakları gibi biyolojik çeşitliliğin temel parçaları olan sistemler de olumsuz etkilendi, etkilenmeye devam ediyor. Yani fatura ağır…
Gelelim bu faturanın en önemli kalemlerinden ve aynı zamanda yazımızın ana konusunu oluşturan gıda krizine…
Tüm insanların günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi için yeterli düzeyde ve güvenli gıdayı tüketebilmesi gerekiyor. Gerekiyor ama dünyada mevcut durum öyle yansımıyor.
Birleşmiş Milletler’e bağlı Dünya Gıda Programı bünyesindeki Gıda Güvenliği Bilgi Ağı tarafından 2021 yılında beşincisi yayınlanan “Küresel Gıda Krizleri Raporu” (GRFC), dünya genelinde yaşanan gıda krizleri hakkında çarpıcı bilgiler sunuyor. Rapora göre 2020 yılında dünyada 55 ülke ve/veya bölgede toplam 155 milyona yakın insanın gıda krizine maruz kaldığı, 133 bin kişinin acil insani yardıma muhtaç olduğu ve 90 milyondan fazla çocuğun şiddetli açlık dolayısıyla aşırı zayıf olduğu, gelişim sorunları yaşadığı tahmin ediliyor. GRFC Raporu’nun ilk yayınlandığı 2016 yılında yaklaşık 94 milyon insanın gıda krizi yaşadığı hesaplanırken bu sayı 2019’da 115 milyona çıkmış ve 2020’de Covid-19 etkisiyle 155 milyona ulaşmış. Gıda krizlerinin en önemli nedenleri olarak birinci sırada çatışmalar ve güvensizlik görülüyor, neredeyse 100 milyon insanın 2020’de bu sebeple gıda güvensizliği yaşadığı tahmin ediliyor. İkinci sırada yaklaşık 40 milyon kişiyi gıda krizine sürükleyen ekonomik şoklar gelirken aşırı hava olaylarının da 15 milyondan fazla insanın gıda krizi yaşamasında rol aldığı düşünülüyor. Kadınlar, çocuklar ve mülteciler gıda krizlerine karşı en savunmasız gruplar arasında yer alırken dünyanın çeşitli yerlerinde çatışmalar ve istikrarsızlıklardan dolayı zorla yerlerinden edilen toplamda 83 milyona yakın göçmenin gıda güvenliklerinin sağlanması da hayati bir insani mesele olarak öne çıkıyor.
Rapor böyle söylüyor… Peki, gıda güvenliği ne demek?
Koşar adımlarla gıda krizine doğru…
Gıda güvenliği, gıdanın üretim aşamasından tüketiciye ulaşıncaya kadar geçen tüm süreci kapsıyor. FAO (BM Gıda ve Tarım Örgütü), gıda güvenliğini “her insanın, aktif ve sağlıklı bir yaşam sürmek için her zaman yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya erişimini sağlayabilmesidir” şeklinde tanımlıyor.
Gıda güvenliğini oluşturan temel ögeler; bulunabilirlik, erişilebilirlik, yararlanma ve istikrar. Bunlardan ilki, bulunabilirlik, yeterli miktarda uygun kaliteli gıdanın yerel üretim veya ithalat ile mevcut olması durumu. İkincisi, erişilebilirlik, bireylerin besleyici gıdaya ulaşılabilmesi için yeterli satın alma gücüne sahip olunması. Üçüncüsü, yararlanma; yeterli beslenme, temiz su, hijyen ve sağlık hizmetleri ile tüm fizyolojik ihtiyaçların karşılandığı sağlıklı beslenme durumu. Son olarak istikrar; gıda güvenliğinin olması için nüfus, hane veya bireyin her zaman yeterli miktarda gıdaya ulaşabilmesi durumu.
“Tanrı bile aç bir insana ekmekten başka bir şekilde görünmeye cesaret edemez.”-Mahatma Gandhi-
Gıdaya erişim giderek zorlaşıyor, çünkü erişimi engelleyen sebepler artık gün gibi ortada… Bunlar; ekonomik şoklar, iklim krizleri, mevsimsel gıda güvensizliği, çatışma ve güvensizlik, aşırı hava olayları, sağlık şokları, mahsul zararlıları, hayvan hastalıkları ve doğal afetler.
İklim değişikliğine sebep olarak gösterilen sera gazı emisyonları içinde gıda israfının da payı olduğunu biliyor muydunuz? Dünyada üretilen gıdanın yaklaşık %17’si israf ediliyor. Ayrıca Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın hazırladığı Gıda İsrafı Endeksi Raporu 2021’e göre küresel sera gazı emisyonunun neredeyse %10’una gıda israfı sebep oluyor. Yapılan gıda israfının %61’i son tüketici düzeyinde, %13’ü perakende düzeyinde, %26’sı ise üretim ve tedarik düzeyinde gerçekleşiyor.
En güncel tahminlere göre şu anda dünya nüfusu 7,78 milyarı geçmiş durumda. 2030 yılında dünya nüfusunun 8,5 milyara ulaşacağı öngörülüyor. 2021 yılı “Dünya Gıda Güvenliği ve Beslenme Raporu”na göre, 2030’da açlık koşullarında yaşayacak insan sayısı 660 milyona ulaşacak.
Nüfus artışı ve şehirleşme, gıdanın üretim, işleme, dağıtım ve tüketim zincirlerini içeren gıda sistemleri üzerinde ciddi baskı oluşturuyor. Şehirleşme ve tarım arazilerinin amacına uygun kullanılmaması ile birlikte gıda talebi artıyor. Nüfus artışına bağlı olarak kaynakların yetersiz kalması da bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Gıda sistemlerinin atmosfere saldığı sera gazları ve iklim değişikliği, gıda sistemlerinin geleceğini tehdit ediyor. Tam bir kısır döngü…
Gıda krizlerinin en önemli ilk sebebi çatışmalar ve güvensizlik, ikinci sebebi ise ekonomik şoklar ve aşırı hava olayları. Gıda güvensizliği akut ve kronik gıda güvensizliği olmak üzere iki grupta inceleniyor. Akut gıda güvensizliği, kısa süreli ve geçici iken kronik gıda güvensizliği uzun süreli ve devamlı.
Dünya kronik gıda güvensizliğine doğru sürükleniyor.
Ya biz? Biz ne durumdayız?
Ülkemizde gıda güvenliği tehdit altında!
Ne yazık ki, bir zamanlar kendi kendine yetebilen sayılı ülkeler arasında yer alan Türkiye’de, yanlış politikalar sonucunda gıda güvenliğini oluşturan temel 4 öge sarsıntıya girmiş durumda…
2021 yılında yayınlanan “Küresel Gıda Krizleri Raporu”nda (GRFC) Türkiye’ye de yer veriliyor. Rapora göre, Türkiye’deki yüksek gıda enflasyonu; Türk lirasının değer kaybetmesi ve gümrük vergileri; çevresel boyuta varan kuraklık, su stresi, erozyon ve aşırı hava olayları gibi problemler, Türkiye’nin en önemli gıda güvenliği risklerini oluşturuyor. Bu etkilerin yanı sıra Türkiye’nin nüfusunun son 20 yılda 20 milyon artması, ülkeyi ziyaret eden turist sayısının artması, Türkiye’nin mültecilere ev sahipliği yapması gibi nedenlerle Türkiye’de gıdaya olan talep artıyor ancak tarım arazilerinin giderek küçülmesi arz-talep dengesini olumsuz etkiliyor. Türkiye’de gıda maddeleri ithalatında da ciddi artış olduğu görülüyor.
İstanbul Aydın Üniversitesi'nde öğretim üyeliğini, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası Ticaret Bölümü Başkanlığını yürütmekte olan, “Biyo-Politik Savaşlar” adlı kitabını başucu kitabı yaptığım, değerli akademisyen ve ekonomist Prof. Dr. Ramazan Kurtoğlu’nun, youtube’daki son videolarından birinde söyledikleri çok çarpıcı:
“Gıda zincirinin ilk halkası, doğal sermayemiz toprak, tohum ve sudur. Ne yazık ki, hor sulama nedeniyle, tohum üzerinde oynanan oyunlar nedeniyle, aşırı gübreleme ve kimyasal ilaçlar nedeniyle toprağımızı çökerttik. Türk topraklarının % 24’ü ölüdür. İkinci halka, küçük çiftçiler, tarım işçilerinden ve köylülerden oluşur. Ve son halka besin. Türkiye’de son 20 yılda 33 bin dönüm arazi tarım dışı kaldı; son 6 yılda buğday üretimi 5 milyon tona, pamuk ekim alanları 757 bin hektardan 367 bin hektara düştü. İlk halka, toprak erozyonu, biyoçeşitliliğin azalması, suyun azalması ve ekolojik sistemin bozulmasına bağlı olarak kırılmıştır. İkinci halka, çiftçinin gıda üretim kapasitesini düşüren etkenler nedeniyle kırılmıştır. Belli bir plana bağlı olmayan üretim süreci, inişli çıkışlı maliyetler çok ciddi sıkıntılar getirmiştir. Zincirin kırılan üçüncü halkası ile birlikte kıtlık, salgından çok daha fazla insanlığı vuracak.”
Kurtoğlu sözlerine devam ediyor: “Çin’den sonra dünyada buğday ithal eden ikinci ülke konumundayız. Gıda güvenliğinde tahıl ve bakliyat bütün dünyada alarm veriyor. Ukrayna ve Rusya, dünya tahılının %30’unu karşılıyor ve bu iki ülke şu anda savaş halinde. Ukrayna gelecek yüzyılda Avrupa’nın tahıl ambarı idi ama bugün, bu noktada bir hesaplaşmanın içinde.”
Ukrayna ve Rusya arasındaki savaş, dağ gibi biriken sorunları çözemeyen insan topluluklarının artık daralan hayat kaynaklarını, suyu, toprağı, toprağın nimetlerini paylaşma kavgasını, birbirlerine kaptırmama mücadelesini vahşice sergileyeceği, zincirleme diğer savaşların da habercisi artık… Meydan okumalara karşı direnç gösteremeyen ulus-devletlerin de bu savaşlarda çöküşe sürüklenebileceği olasılığı çok yüksek.
Nasıl bir zamana denk geldik…
Ayçiçek yağı “trajedisi”
Ayçiçek yağı krizini nereye koymalı?
Kurtoğlu’nun tespitleri: “Türkiye’de, son zamanlarda bir ayçiçek yağı tartışması var. Ayçiçek yağı meselesinde bir trajedi var. Ayçiçek yağı üreticisi şirketleri satın alan yabancılar ki buna Suudi Arabistan da dâhildir, kartel oluşturmuş ve üreticilere maliyetlerinin altında fiyatlar vermekte, ekimden vazgeçen çiftçilerin topraklarını yok pahasına ya satın almakta ya da kiralamaktadır. Trakya bu trajediyle doludur. Aslında ayçiçek yağı üretimi, Türkiye için yeterlidir ama kartel oluşturan bu yabancı şirketler, üretimin 1.1 milyon tonunu düşük ücretle ihraç ederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden destek görmektedirler. Türkiye’de bir ayçiçek yağı krizi çıkıyor ya da çıkartılıyor; başka ülkelerdeki fabrikalardan Türkiye’ye yüksek fiyatla ithal ediliyor. İktidara da muhalefete de sesleniyorum, sonbaharda gıda fiyatları bir daha katlanacak.”
Gıdaya ödediğimiz paranın hesabını yapamaz olduk… BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), dünya gıda enflasyonunu geçtiğimiz Mart ayında yıllık yüzde 33,6 olarak açıkladı. TÜİK’in gıda enflasyonu bunun iki katı ve yüzde 70,33! FAO, Rusya ve Ukrayna arasında devam etmekte olan savaşın, önümüzdeki yıl tüm dünyada tahıl sıkıntısını ve açlık sorununu artıracağı uyarısında bulunuyor.
Ve et krizi…
IPPC (Uluslararası Bitki Koruma Birliği) 2019 yılı raporuna göre, dünya genelinde hayvansal gıdaya olan talep artışı da iklim değişikliği üzerinde baskı unsuru olmaya devam etmekte, meralık alan elde etmek için tarım arazileri ve ormanlık araziler amaç dışı kullanılmakta. Hayvansal gıda üretiminin kaynak ihtiyacının çok olması da dünyanın zaten kıt olan kaynaklarının verimli kullanımı açısından sorunlu bir mesele… 1 kilo kırmızı et üretilmesi için yaklaşık 15 ton su harcanırken hububat üretiminin neredeyse üçte biri hayvan yemi olarak kullanılıyor. Türkiye daralan kaynakları nedeniyle bu ihtiyacı da karşılayamaz duruma geldi. Mesela, tek başına hayvan yemi sektörü, 2022 yılının ilk 2 ayında 1.021 milyon dolar hacim ile toplam ithalatın %31,4’ünü, yani neredeyse üçte birini oluşturmuş… Hayvanlarımızı besleyecek yemi yurtdışından ithal etmek zorunda kalıyoruz. Bu ithalatın maliyet artışlarına hayvan besi çiftliklerindeki yüksek oranlı maliyet oranlarını, beraberinde bu besi çiftliklerinde kapasitelerin düşmesinin etkisini de hesaba kattığımızda et fiyatları dudakları uçuklatacak ölçüde yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor… Öyle olunca, bu kez ucuz etin (!) ithal edilmesi son çare olarak görülüyor…
Dünyada yaşanmakta olan gıda krizine karşın, bizim ülkemizde karşılaştığımız gıda krizi, dünden bugüne biriken olumsuzluklara karşı akılcı politikaların ve önlemlerin alınmamasının bir sonucu… Bir zamanlar tahıl ambarı ovalarımızla övünürken şimdi en temel ihtiyaçlarımızı yurt dışından ithal eder vaziyetteyiz. Bir nevi, kendi krizimizi kendimiz yarattık.
Peki, neler yapılmalı, nasıl yapılmalı… Uzmanların bu konu ilgili görüş ve önerilerini bir sonraki yazımda siz değerli okuyuculara aktarmaya çalışacağım.
Ama sözlerimi, bir kız çocuğuna yöneltilen soruyla tamamlamak istiyorum…
Sormuşlar: “Hindu musun? Hristiyan mı? Yoksa Müslüman mı?” 8-10 yaşlarındaki o kız çocuğunun yanıtı: “Açım, aç!”
Dünyada artık iki tip insandan söz edeceğiz: Açlar ve toklar.
Yardımcı kaynak: “Sürdürülebilirlik ve Gıda Güvenliği: Türkiye ve İİT Üye Ülkelerinin Karşılaştırmalı Analizi” - Erdoğan Burak Ezeroğlu – Aralık 2021
Yazarın Dİğer Yazıları
Ekoloji örgütleri: Tüm varlıklar için özgür, eşit ve adil bir yaşam!
29 Ocak 2023Kooperatifler halkların gıda egemenliği anlayışına uygun örgütlenmeli!
26 Haziran 2022Tek yol: Halkların Gıda Egemenliği ve hemen!
22 Mayıs 2022Bereketi Kıtlığa, Zeytini Hırsınıza Kurban Edemezsiniz!
8 Mart 2022Paris İklim Anlaşması, bir anlaşma mı yoksa bir aldatmaca mı?
7 Şubat 2022'Kanal İstanbul' müsilajı bitirir mi? Yoksa her ikisiyle yaşam mı biter?
20 Haziran 2021Koronavirüsle birlikte eşikte bekleyen bir başka sorun: Susuzluk…
24 Nisan 2021Sorular bitmiyor: Aşı gerçeğinin acı yüzü
25 Kasım 2020Eğitim pandemi kıskacında, dümen tutmuyor.
29 Eylül 2020CORONA'nın Düşündürdükleri ve Öğrettikleri - 2
17 Nisan 2020Corona'nın düşündürdükleri ve öğrettikleri
9 Nisan 2020'Tedbir tehlikeye göredir'
2 Nisan 2020