Boşu boşuna, ölümüne, yok olmacasına bekledik. Tıpkı, demokratik hak ve özgürlüklerden elde kalmış son kırıntıların birer birer yok edilip, tek adam rejiminin inşasını seyrettiğimiz gibi. Muhalefetin bu gidişe mutlaka bir yerde dur diyeceğini, mecliste ya da sandıkta ama mutlaka bir yerde bizim yaşamlarımıza, yaşam alanlarımıza “bizim adımıza” sahip çıkacaklarını beklediğimiz gibi.
Kendi yaşamımıza, yaşam alanımıza sahip çıkamamış olmanın acısını yaşıyoruz. Bunun bedeli bu kadar ağır olmamalıydı. Hiç değilse bundan sonra olmamalı…
İçimiz kanıyor, yüreğimiz yanıyor. Sadece görüntüleri izlemek, feryatları duymak bile insanın kanını dondurmaya yetiyor.
Ya felaketin içindekiler? Günlerdir, enkazın altında, başında, soğuk ve yağış altında, aç, susuz ve çaresizce bekleşenler?
Yüzyılın felaketi deniyor. Öyle mi gerçekten? Yaşadığımız felaketin boyutu; depremin büyüklüğü mü, aynı bölgede ardı ardına gelen iki ayrı şiddetli depremin varlığı mı, yoksa çok az rastlanan aynı anda birden fazla fay hattının kırılması mı? Hangisi gerçek felaket?
Evet, çok büyük bir doğal felaket ile karşı karşıyayız. Ama yaşadıklarımızda doğal olmayan bir şey yok mu? Esas felaket, bu depremlerin öncesinden başlayıp, deprem anından sonra da devam eden, açığa çıkan, görünür hale gelen gerçekler değil mi?
Bütün karartma, engelleme ve kısıtlamalara rağmen gerçek gizlenemiyor. Görevin ihmal edildiğini, halkın mal ve can emniyetinin liyakatsiz ve beceriksiz insanların eline terkedildiğini, bu görevlerin eşe dost ve yandaşlara dağıtıldığını, ülkeyi yönetenlerin merkezi devletten yerel yönetimlere kadar tüm makamları birer rant elde etme, servet edinme kaynağı haline getirdiklerini biliyorduk elbette. En azından bu ülkenin bilinçli sayılan, okuyan yazan insanları, gelmekte olan tehlikenin her geçen gün yaklaşmakta olduğunu sürekli tekrarlayan bilim insanlarının sözlerini ciddiye alıyorlardı. Ama bilmek felaketi engelleyemedi.
Sosyalistler, sınıflı toplumlarda devleti, özetle egemen sınıfın baskı aracı olarak tanımlarlar. İçinde yaşadığımız kapitalist toplum yapısında devletin sahibi sermaye sınıfı, yani burjuvazidir. Sermaye açısından nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin ihtiyaçları, karların azalması anlamına gelir ki, buna asla tahammülleri yoktur. Bu gerçeklikle baktığınızda depremin yarattığı sonuçları, sınıflı toplum yapımız açısından doğal karşılayabilirsiniz.
Burjuva devletlerinin özleri itibariyle sosyal karakterleri yoktur. 20. Yy da sıkça sözü edilen ancak günümüzde giderek zayıflayan devletin sosyal sorumlulukları düşüncesi, uzun yıllar süren mücadeleler sayesinde kazanılmıştı. Özellikle sosyalizmin halklar için bir alternatif haline geldiği 20. yy.ın başarında ve dünyanın üçte birinde iktidar olduğu ikinci yarısıyla birlikte burjuva devletler açısından sermayenin iktidarının güvenliği ve devamlılığı açısından “sosyal devlet” uygulamaları bir zorunluluk haline gelmişti.
Ne var ki, günümüzün tek kutuplu dünyasında sermaye düzeninin devletleri, her türlü sosyal ve insani sorumluluğu terk etmiş, biçimin öz ile örtüştüğü en yalın halleriyle görünür olmaya başlamışlardır. Bugün “devlet nerede?” diye haykıran milyonlar elbette bu gerçekliğin farkında değil. Haklı olarak, ödenen vergilerin, yapılan askerliklerin, devlete olan bağlılığın, yurttaş olmakla hak edildiği düşünülen hakların kendilerine ulaştırılmasını beklediler, bekliyorlar. Bu bekleyiş, bu tabloda doğal karşılanması gereken bir başka durumu ifade ediyor.
Şimdilik on binlerle ifade edilen, muhtemelen çok daha fazla can kaybıyla ödeyeceğimiz bir büyük felaketin içindeyiz. Kaybımız sadece canlarımız değil, dağılan yuvalar, sahipsiz kalan çocuklar, zaten kıt kanaat geçinen ve şu anda canını kurtarmış olmakla avunan milyonları bekleyen yeni yokluklar, olası salgınlar ve diğer hastalıklar, zihinsel ve bedensel engeller ve daha nice acılar.
Kayıplara ağlıyoruz, yanıyoruz, isyan ediyoruz. Sorumlulardan hesap sorulacak mı? Sorulabilecek mi? Buna yürekten inanarak evet diyebiliyor muyuz?
Felaketin yaklaşmakta olduğunu biliyorduk ama büyük çoğunluğumuz belki de olmayacak, olursa devlet yardımımıza koşar, ya da bize bir şey olmaz diye düşündü. Yani hep bu umursamaz, aptallık derecesindeki iyimserliğimiz. Eğer öyleyse, bu katliamın hesabının sorulacağına dair inançlarımız da bilin ki sadece birer beklenti olarak kalacaktır. Çünkü sen, ben, biz, hepimiz sadece bekledik. Devletin, halka hizmet ve güvenlik sağlaması gereken makamlarını, kişisel hesaplar, dava ve çıkarları, hırsları için ele geçirmiş olanlardan, depremin sonuçlarından halkı korumasını bekledik. Ve biz beklerken, o geldi, ezdi ve geçti.
Boşu boşuna, ölümüne, yok olmacasına bekledik. Tıpkı, demokratik hak ve özgürlüklerden elde kalmış son kırıntıların birer birer yok edilip, tek adam rejiminin inşasını seyrettiğimiz gibi. Muhalefetin bu gidişe mutlaka bir yerde dur diyeceğini, mecliste ya da sandıkta ama mutlaka bir yerde bizim yaşamlarımıza, yaşam alanlarımıza “bizim adımıza” sahip çıkacaklarını beklediğimiz gibi.
Deprem uzmanları diyor ki; bu deprem, Adana’dan Elazığ’a kadar olan bölgede yeni depremleri tetiklemiş olabilir. Ege Bölgesi, özellikle Denizli civarı uzun süredir büyük bir deprem yaşamadı. 1999’da büyük İstanbul depremi için yaklaşık 30 yıl süre öngörülmüştü. Zaman akıp geçiyor ve yeni felaketler kapımızda. Yaşadığımız evlerin altında, derinliklerde her gün biraz daha yaklaşıyor.
Biliyor olmak yetmiyor. Önlem almak, devletin olanaklarının ve halktan toplanan vergilerin halkın yararına kullanımını talep etmek, bunun için mücadele etmek gerekiyor. Marmara depreminin üzerinden 24 yıl geçti. Üzerine daha nice depremler yaşandı, nice yıkımlar yaşadık. Hangisinden ders alındı? Birilerinin ders alıp, bize sahip çıkacağını düşünüyorsak bir kez daha yanılırız. Bize, bizden başkası sahip çıkmayacak. Bunu 6 Şubat’tan bu yana yaşayarak görüyoruz.
En azından bu depremden sonra benzer bir acıyı yaşamak istemiyorsak oturup etraflıca düşünmek ve yola koyulmak zorundayız. Evet, şu anda öncelikli işimiz dayanışma ile yaraları sarmak ama aynı zamanda bu dayanışmayı, sadece bugünü kurtarmak için değil, yarını kurmak için büyütmek zorundayız. Sadece deprem bölgelerinde değil, yurdun her yerinde, her mahallesinde dayanışma ağlarını kurmak ve bunları birer halk inisiyatifine çevirmek için seferber olmalıyız.
Geleceğimizi, doğal afetleri toplu cinayete çevirenlerin elinde bırakmayacağız. Yaşamımıza, yaşam alanlarımıza sahip çıkacağız.
-----------------------
Kahramanmaraş'ta enkaz altında can veren kızının elini tutarken görüntülenen baba herkesi duygulandırdı. Acılı baba Mesut Hançer, kızının o gece depremde yıkılan babaannesinin evinde kaldığını söyledi. Hançer ailesinin diğer iki kızı ve oğlunun sağlık durumu ise iyi.
Yazarın Dİğer Yazıları
Militarizm eleştirisi içermeyen bir demokrasi mücadelesi olur mu?
12 Kasım 2022Bir Seçime Yaklaşırken, İki Dernek, İki Farklı Tutum
23 Ekim 2021Demokrasi Konferansı; Yeniden Kuruluş İçin Halkçı Bir Seçenek Öneriyor
10 Temmuz 2021Gerici Kuşatma Karşısında Sanatın ve Sanatçının Sorumluluğu
26 Mart 2021Shakespeare'in Kralları'ndan Bugüne...
10 Şubat 2021Kim Bu ADAM'lar ?
8 Eylül 2020Saray Rejimi, Salgın Felaketini Büyütüyor
4 Nisan 2020Kaz Dağları’nda Ve Diğer Yerlerdeki Tüm Arama İzinleri İptal Edilsin
18 Ağustos 2019AKP Yönetiminde; Sosyal Devletten, Köleci Devlete
23 Eylül 2018Rejim son eşiği de döndü, diktaya Karşı yeni bir mücadele programı kaçınılmaz
4 Temmuz 2018Şimdi, yeniden 'Bu Daha Başlangıç..' demenin zamanıdır.
23 Haziran 2018Umut içimizde saklı
2 Ocak 2018Hayır'ı Örgütlemek
3 Şubat 2017Şimdi Karar Verme Zamanı!
15 Aralık 2016Ya Birleşik Mücadeleyi Öreceğiz, Ya da Faşizmin Karanlığında yok olacağız!
12 Mayıs 2016Gülay'ın ardından..
27 Kasım 2015Silahların susması yetmez, Türkiye ve Ortadoğu’nun başına bela bu iktidardan da kurtulmalıyız…
11 Ağustos 2015Ağrı Provokasyonu ve HDP’nin Kurşunlanmasının Ardından…
21 Nisan 2015Haziran Seçimleri; Türkiye Solu'nun imtihanı
2 Mart 2015